“Gerçekten müthiş bir güzelliği var doğanın Büyükbaba” 
“Özgün doğru söylüyor Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “O köyleri bize tanıtsana.”
Güneydeki vadi ve Karadağ gözerimindeydi onların. Eliyle işaret ederek:
“Karadağ’da o görünen köy Koyunağılı, berisinde İbek, anneannenizin köyü. Bakın şu aşağıda görünen köy Kışlacık, daha ilerde Emirbağı Köyü görünüyor. Yine Karadağ’dakiler de Bükse, Doğla ve Kargı köyleri…”
Yeni bir dönemeçle kuzey doğuya doğru yöneldiler. Çok sürmedi; hafif eğimli bir düzlükte  sonlandı yamaç. 
Yolun kıyısındaki çeşmeyi, “İzzetin Pınar” olarak tanıttı Zafer Bey. Buradan itibaren arazi düzleşiyor, tarlalar başlıyordu. Tam karşılarında, ikinci bir dağın doruğu ufukla buluşuyordu.
“Karşıdaki dorukta sonlanacak yolculuğumuz çocuklar” dedi Zafer Bey 
“Yaşasın!” diye bağırdılar.
“Ben her yıl en az üç dört kez çıkıyorum Akdağ’a. Hem de bu yolları yürüyerek. Sabahtan akşama kadar da dağ taş demeden, sekiz on saat, dolaştığım oluyor.” 
“Yorulmuyor musun Büyükbabacığım?” diye sordu Cemre. “Nasıl gezip dolaşıyorsun bunca yeri?”
“Yoruluyorum, yoruluyorum elbet; ama yorulmadan nasıl gezip göreceksin bunca yeri. Nasıl yaşayacaksın bu güzellikleri? Emeksiz yemek olur mu yavrum?” 
“Olmaz elbet.”    
“Doğayla baş başalık yorgunluğumu alıyor. Tazelenip yenileniyorum.”
Boşuna mı doğasever demişler Büyükbaba’ma,” dedi Emre.
“Buralar da “Alan Düzlükleri”dir. Bakın, orada görünen ağaçlar, ceviz ağaçlarıdır. Bir de çeşme var yanı başında.” Sağ yanlarını işaret ederek. “Bu derenin öte yanı da ‘Çardakağaç Düzlüğü’dür.”
“Öykü kahramanı olan Aliş’in davar güttüğü yerler mi?” diye sordu Özgün.
Güldü Zafer Bey.
“Evet yavrum.”
Hafif bir dönemeçle, küçük bir dereden  Çardakağaç Düzlüğü’ne geçtiler. Oradan yine hafif kavisler çizerek kuzeye doğru, dağa yukarı tırmandılar. Buralar, seyrek de olsa bir ormana dönüşmüştü. Aşağıları meşe, yukarıları da ardıç ağaçlarıyla kaplıydı.  
Yol, Suludere’nin batı kıyısını izliyordu. Meşe ormanı aşağıdan yukarılara doğru uzayıp gidiyordu. Derenin tabanı olabildiğince derindi. 
“İşte Suludere,” çocuklar dedi Zafer Bey. 
“Ne kadar yükseklere çıktık Büyükbaba,” dedi Özgün. 
“Her yan ayaklarımızın altında sanki” dedi Cemre. 
Suludere’nin doğusundaki “Dostlu Tepesi” uzayıp gidiyordu ötelere doğru. Bu tepenin kuzeyinde, Suludere’ye katılan suyuyla Sırçalı Deresi vardı. Bu egemen noktadan buralar, bir ressamın fırçasından çıkmışçasına olağanüstü bir güzellikte görünüyordu.
KAMP YERİ
Yeni bir düzlüğe çıktılar. Eskiden buraların tarla olduğu, sınırlarından belliydi. İlerde yolun solunda Robinson Mehmet’in bahçesi bir top yeşillik olarak göründü.
“İşte bizim kamp yeri çocuklar!” Onun öte yanında, tepedeki ağaçlıkların olduğu yerde de Yayla evleri var.”
“Savulun dağların Prens’i geliyor!” 
“Dağların Şehzade’si de geliyor!” 
”Prenses’i neden unutuyorsunuz?” dedi Cemre.
“Prenses’imiz de geliyor!” dedi Özgün.
Sesleri, hızı azalan traktörün sesini bastırmıştı. Çünkü bahçenin üst yanına gelmişlerdi. Mustafa, kulübeyle küçük su havuzu yanında durdurdu traktörü. Madeni borusundan çocuk parmağı inceliğinde akan bir su, tatlı bir şırıltıyla havuza akıyordu. Havuzu da doldurmuş, oradan da nündeki oluğuna dökülüyordu sular.
Mustafa traktörden aşağıya inerek:
“Hepinize de geçmiş olsun Dayı,” dedi.
“Sağ ol Mustafa.”
“Herhalde fazla silkelemedim?”
“O kadar olacak elbet. Ne de olsa dağ yolu. Asfalt değil ya.”
Çocuklar da toparlandılar. Traktör römorkunun arka kapağı açılmadan önce Emre, ardından da Özgün atladılar aşağıya. 
“Ne şahane yerler buralar,” diyerek koştular havuzun kıyısına. Buluştular suyla.
Zafer Bey inmek isteyen Cemre’ye:
“Acele etme kızım,” dedi. Mustafa’ya da:
“Eşyaları, kulübenin önüne indirelim Mustafa,” dedi.                 
(SÜRECEK)