“Dediklerinizi anlıyorum. Her şeyi bizlerden iyi bilirsiniz elbet. Söyledikleriniz de mutlaka doğru şeylerdir.”

Bir süre daha söyleştiler. Sonra saatine bakan Zafer Bey ayağa kalktı:

“Epeyce zaman geçmiş. Yeniden görüşmek üzere. Şimdilik izninizle.” derken birden durdu.

“Sahi Musa Ağabey,” dedi. “Az kalsın söylemeyi unutuyordum. Bize çocuklar için her sabah bir litre süt gönderebilir misin?”

“Hay hay ne demek o! İki litre bile gönderebilirim.”

“Çok sağ olun. Şimdilik günde bir litre yeter. Gerekirse biz hatırlatırız. Parasını da şimdiden verebilirim.”

“Paranın adı mı olur Hocam. Yapmayın Allah aşkına!”

“Olur mu hiç. O zaman kabul edemeyiz.”

“Tamam tamam,” dedi. “Çocukları sütten mahrum etme. Ben pişirtir, Zeynep’le gönderirim her sabah.”

“Çok sağ olun. Hoşça kalın şimdilik.”

“Güle güle Zafer Bey. Yine bekleriz.”

“Biz de sizi bekleriz.”

“İnşallah!...”

Zafer Bey, kamp yerine doğru yollandı.

KEMER’İN DERE

Çocuklar, Yayla’nın gerisindeki küçük yokuşu çıkıp tepeyi arka yüze aştıklarında biraz rahatladılar. Yüceçal’ın güney eteği batıya doğru ağaçsız, yabani otlar ve yer yer dikensi orman bitkileriyle kaplıydı. Doğu yanları ise, hafif bir eğimle Suludere’ye aşağı meşe ormanıydı.

Yayla’ya inen su arkı hafif bir eğimle kuzey doğudan, orman içinden geliyordu. Suyun kıyısındaki bir patikayı izleyerek yoğun bir meşeliğin içine daldılar

“Bu ormanın içinde kaybolmayalım,” dedi Cemre.

“Yok canım” dedi Zeynep. “Henüz geldiğimiz iki adımlık yer. Hem ben dağın her yanını avucumun içi gibi bilirim. Üstelik Gamsız da yanımızda. O olduktan sonra dağda hiçbir şeyden korkmam ben.”

“Suyun gözü uzak mı?” diye sordu Özgün.

“Kırklar Dağı’nın doğu eteğinden çıktığı için buraya uzak sayılır. Biz oraya kadar gitmeyeceğiz.”

önleri sıra tin tin gidiyor, gözden kayboluyor; sonra onların kendisine yetişmesini bekliyordu. Yer yer meşe dalları, kendilerine geçit vermeyecek biçimde yollarını kapatıyordu. Kimi yerde dalları aralayıp, kimi yerde de başlarını eğerek geçiyorlardı bu engelleri. Su kıyısında çoğu çiçeklenmiş onlarca tür otlarda baharın güzelliği ve canlılığı vardı.

Suyun arkını izleyerek bir süre gittiler. Buralarda meşe ormanı olabildiğince sıktı. Suyla yeşilin böylesine güzel bir biçimde kaynaştığı bir ortamda yolculuk yapmak, onlara farklı bir coşku ve mutluluk veriyordu.

Bir süre sonra arkın geliş yönü Yüceçal’ın kuzeyine doğru döndü. Dağın yamacı da dikleşmişti iyice.

Zeynep doğu kesimdeki dereyi göstererek:

“İşte,” dedi. “Evkaya Deresi ve Evkaya Kayalıkları. Orası tamamen fundalıklarla kaplı olup, aynı zamanda çok güzel bir piknik alanıdır.”

“Büyükbaba’mın ‘Evkaya’da Su Sesi’ diye, şiir diliyle anlattığı bir çalışması var,” dedi Cemre. “Demek ki buraları anlatmış o kitabında.”

“Gerçekten de kuşbakışı görünümü oldukça çekici,” dedi Özgün.

Emre heyecanla sordu:

“Oraya da inecek miyiz?”

Zeynep’ten önce Özgün yanıtladı onu:

“Oraya, Büyükbabamla birlikte gelip, piknik yapsak daha iyi olmaz mı?”

“Elbette daha hoş olur,” dedi Cemre.

“Nasıl isterseniz,” dedi Zeynep.

Bir süre daha yürüdüler suyun kıyısı sıra. Meşelik daha da yoğunlaşmıştı. Gamsız, tin tin yürüyüşüyle önlerindeydi yine.

“Aşağısı da Kemer’in Dere,” dedi.

Derenin karşı yamacı da yeşil dokusuyla batıya doğru uzanarak, bulundukları yerle koşutluk oluşturuyordu. İşte bu iki yamacın arasıydı Kemer’in Dere.

Bir süre daha gittikten sonra:

“İşte Kemer!” dedi.

Cemre heyecanla:

“Aman Allah’ım!” dedi. “Ne görkemli, ne hoş bir görünümü var!”

“Oldukça da gizemli görünüyor,” dedi Özgün.

Emre’yse:

“Filmlerde gördüğümüz, Ortaçağ şatolarının duvarlarına benziyor görünümü. Biraz daha yürüsek, bir şatoyla karşılaşacağız izlenimi veriyor insana.”

(SÜRECEK)