ÇORUM’A DÖNÜŞ

Yeniden arabaya bindiler. Kuzey kesimde kalan Ankara-Çorum karayoluna çıkarak, oradan doğu yönüne dönerek Çorum’a döndüler. Eve geldiler.

Çocuklar:

“İyi ki sizin gibi bir Büyükbabamız var” dediler.

Zafer Bey güldü.

“Benim de sizin gibi dünya tatlısı, akıllı ve zeki torunlarım var” dedi.

Üçü de gelip sarıldılar Büyükbabalarına. Bir sevgi yumağına dönüştüler.

Çok güzel bir gezi olmuştu. Çocuklar memnun ve mutluydular. Biraz da yorulmuşlardı elbet.

Ertesi gün de Büyükbaba’larının köyü Çıkrık’a gideceklerdi. Daha yaşanacak, serüven dolu nice güzel günleri olacaktı.

Akşam yemeğinden sonra Zafer Bey:

“Size bir öykümü okumak istiyorum dinlemek ister misiniz?” dedi.

Üçü birden bir sevinç çığlığı atıp:

“Sorulur mu hiç Büyükbaba?” dediler. “Elbette dinleriz.”

Peki öyleyse diyen Zafer Bey çantasından çıkardığı “Baldan Yaman Tadı Var “ adlı taslak öykü kitabından öyküsünü okumaya başladı. Çocuklar çıt çıkarmadan can kulağıyla dinlemeye koyuldular.

KÖYÜMÜ ÖYLE ÖZLEDİM Kİ

“Köyümüz Çıkrık, Kırklar Dağı’nın güne yamaç eteğinde kurulmuştur. Doğal güzellikleri eşsizdir. Ağaçlık, yeşillik bir köydür. Meyvesi, sebzesi boldur. Dağdan köpük köpük inen Aytaş suyu çevresine ve suladığı topraklara can verir. Köyümüz halkının geçim kaynağı meyvecilik ve sebzeciliktendir. Her türü yetişir meyvenin ve sebzenin. Bunlar olgunlaşınca toplanır, kamyon ve traktörlerle taşınır kasaba ya da kent pazarlarına. Eskiden hayvanlarla taşınırmış pazarlara. Öyle diyor Büyükbabam. Köyümüzün, yanı yöresi ağaçlıktır hep. Köyün gerisindeki dağın yamaçları da ardıç ağaçlarıyla kaplıdır. Ancak, Kırklar Dağı’nın dorukları ağaçsız ve çıplaktı .

Akdağ’da yaylamız, yaylada da yayla evleri vardı. Baharın ucu görünüp, havalar ılımaya başlayınca yaylaya göçenler olur. 15-20 evlik bir köy gibidir yaylamız. Göçenler son güze değin orada kalırlar. Yaylamızın doğal güzelliği eşsizdir. Yayla evlerinde süt, yoğurt, yağ, çökelek ve ayran eksik olmaz. Yolunuz bir düşmeye görsün. İnsanları çok sıcakkanlı, şeker dilli ve konukseverdir. Sizlere süt, yoğurt, ayran; hatta, tereyağlı yufka ekmek dürümü sunmadan göndermezler.

Yaylamız; otu çiçeği, kuşu böceği, buz gibi suyu ve tertemiz havasıyla bir başka güzeldir. İnsanı hayvanıyla, tek katlı, toprak damlı yayla evleriyle, her türden ağacıyla, yanı başındaki ormanıyla oluşturduğu doğal bütünlük içinde say ki cennetten bir köşedir.

Yaylamızın doğusunda, kuzeyden güneye doğru uzanan Evkaya ve Suludere’si vardır. Sağırkaya önünden çıkan suyu, derenin süreğindeki fundalıkları ve yamaçlarındaki yeşil dokusuyla, Doğu Karadeniz dağlarını aratmayacak güzelliktedir. Daha önce babamla iki üç kez gittiğimden biliyor ve tanıyordum oraları. Yeniden gitmek için de can atıyordum doğrusu.

Çünkü kent sıkıcıydı, bunaltıcıydı. Dev gibi çok katlı yapılar üzerinize yıkılacakmış da, altında kalacakmışsınız gibi ürperti ve korku veriyordu bizlere. Geniş, rahat, ferah oyun alanları yoktu bu yapıların önlerinde. Büyükler, o çok katlı yapıları kurarken hiç mi düşünmüyorlardı biz çocukları? Havamızı, ışığımızı kestiklerini, oyun oynama özgürlüğümüzü kısıtladıklarını… Neden bizlere de yeterli oyun alanları bırakmazlardı o yapıların önlerinde? O çok katlı yapılar, geleceğin umudu olarak gördükleri biz çocuklardan daha mı değerliydi acaba?

Ağaçlar bile parklarda toplanmışlardı bir top yeşillik olarak. Bahar, yaz ve güz dönemlerinde, hafta sonlarında, insanlar çoluk çocuğuyla parklara koşarlardı. O nedenle çok kalabalık olurdu parklar ve ağaçlık alanlar. İnsanlar, küçük çocukların annelerinin koynuna sokuldukları gibi ağaçların altına sokulurlardı.

Bir de yol kıyılarına dizilmişlerdi ağaçlar sıra sıra. Gün yirmi dört saat selama durmuş gibiydiler insan ve araç trafiğine. Belli ki onlar da şaşkındı bu kent karmaşasından. Ama ağaçların ayakları yoktu ki, kaçabilsinler dağlara kırlara; kurtulabilsinler bu kent bunaltısından.

(SÜRECEK)