”İki de minaresi var,” dedi Cemre.

“İyi ki söyledin Prenses,” dedi Emre. “Biz görememiştik,”

Cemre kızdı:

“Sana bilgi verende suç zaten,” dedi.

“Hadi hadi” dedi Zafer Bey. “Başlamayın yine. En basit şakada bile alınganlık yapıyorsunuz.”

Caminin öte köşesine kadar varıp, döndüler geri.

“Çorum da başka tarihi camiler var mı Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

“Var sevgili Prensim. Han Camii, Hamit Camii, Kubbeli Camii, bir de Hıdırlık Camii var. Tarihi yapı olarak kalesi de var Çorum’un. Eğer isterseniz, Çorum Kalesi’ne götürebilirim sizi.”

“İsteriz Büyükbaba,” dedi Özgün. “Biz buraya gezmeye, görmeye geldik zaten.”

“Aynı zamanda bilgilenmeye…” dedi Emre.

Cemre de:

“Ve de eğlenmeye, neşelenmeye geldik elbet. Bir de birilerinin soğuk şakaları olmasa, daha çok eğleneceğiz.”

“Bu taş bana mı Prenses Hazretleri?” dedi Emre.

“Evet, sana Şehzade Hazretleri.”

“Soğuk şaka bu sıcakta biraz serinletir diye düşünmüştüm ama demek ki yanlış yapmışım. Bir daha sıcak şaka yaparım,” dedi Emre.

“Aman aman, gerekmez!”

“Allah aşkına çocuklar!” dedi Zafer Bey. “Siz birbirinize ciddi mi konuşuyorsunuz; yoksa şaka mı yapıyorsunuz?”

“Şaka şaka Büyükbabacığım,” dedi Cemre. “Sakın ciddi sanmayın. Biz atışmayınca rahat edemiyoruz açıkçası.”

“Aman öyle olsun da…”

Hava olabildiğince sıcaktı.

“O halde, soğuk şakayla değil de suyla serinleyelim çocuklar.” dedi, Zafer Bey.”

“Serinleyelim Büyükbaba,” dedi Özgün.

Boş muslukların önüne oturup ellerini yüzlerini yıkadılar. Zafer Bey çantasından birer kağıt mendil çıkarıp verdi çocuklara. Kurulandılar.

“Haydi, bakalım,” dedi Zafer Bey. “Çorum Kalesi’ni fethetmeye gidiyoruz.”

“Haydi, bakalım,” dediler.

Ulu Cami’nin avlusundan çıktılar. Ziraat Bankası şubesinin önünden, ‘Çöplük’ semtindeki Ayakkabıcılar Arastası’na daldılar.

“Gelmişken, burayı da görün,” dedi Zafer Bey.

İki yanda ayakkabıcılar vardı. Sokağın üzeri bir baştan bir başa tentelerle örtülmüştü. Güneşi kesiyor, gölge yapıyordu. Bir yığın insan vardı arastada, dükkanların önünde. Alışveriş yapanlar, seyredenler…

Arastayı gezip, ‘Hitit Gıda’nın önüne vardılar.

Zafer Bey:

“Eskiden burası, ‘Veli Paşa Hanı ve Oteli’ idi,” dedi. “1925 yılında yapılmış. Şimdiyse alışveriş merkezi oldu. Daha sonra birlikte uğrarız buraya.”

Orada çocuklara birer tane hazır dondurma alarak, yollarına devam ettiler. Saat Kulesi’nin önündeki caddenin yaya geçidinden karşıya, ‘Kuyumcular Arastası’na geçtiler. Hava sıcak olmasına karşın, yine de bir hayli insan vardı çarşıda. ‘Uğur Mumcu Caddesi’nin girişinden Şeyh Eyüp Sokak’a saptılar. Sokağın bitiminden doğu yönüne, Milönü Caddesi’ne; sonra güneye dönüp, İbik Sokak’a girdiler. Yol yokuşlaşmıştı. Sonra da güneydoğuya yöneldiler. Yokuşun ucunda, demir kapısıyla Çorum Kalesi’nin girişi görünüyordu.

Çocuklar heyecanlanmışlardı. Hızlandılar.

“Acele etmeyin çocuklar,” dedi Zafer Bey. “Geldik zaten.”

Sokak, Kale’nin kuzey kesiminde bulunan kale giriş kapısının önüne çıkıyordu. Çorum Kalesi, işte tüm görkemiyle karşılarındaydı. Çocuklar bir baştan bir başa uzayıp giden duvarlarına baktılar.

“Kim bilir kimler, ne emeklerle kurmuşlar bu kaleyi,” dedi Cemre.

“Çok ilginç,” dedi Özgün.

“İçi boş mu Büyükbaba” diye sordu Emre.

“Boş değil çocuklar. Kalenin içinde evler, evlerde de oturanlar var.”

Kale’nin çift kanatlı kapısı açıktı. Üzeri saç ve kalın çivilerle perçinlenmişti.

“Şu kapıya bak Büyükbaba,” dedi Özgün. “Ne kadar sağlam ve kalın.”

“Evet. İnsan gücüyle yıkılmayacak kadar sağlam yapmışlar. Sanırım, 2.70x3.10 ölçüsünde olmalı.”

(SÜRECEK)