Bir gün yine ilerideki tarlalarda mal güderken hava bozmuş, gökyüzünü kara kara bulutlar kaplamıştı. Ardından da gök gürültüsü ve şimşeklerle birlikte sıkı bir yağmur bindirmişti. Altına sığındığımız sakızlık ağacı bizi yağmurdan koruyamadı. Tepe tırnak sırılsıklam ıslanmıştık arkadaşlarımızla. Ekmek torbamdaki “Gök Bayrak” adlı roman da ıslanmıştı. Çok üzülmüştüm o zaman. Bir süre sonra yağmur dinmiş, bulutlar dağılmış, güneş gülümseyen sıcak yüzünü göstermişti. Hem kendi üstümüzü, hem de kitabı kurutmaya çalışmıştım. Sakızlık ağacının yanındaki ‘çavşak’ dediğimiz taş yığınının üzerine koyup kurutmaya çalışmıştım. Kızgın güneş altında akşama kadar kitabın yaprakları kurumuştu ama ne yazık ki tüm yaprakları kabarmıştı. Evde üzerine ne değin ağırlık koyduysam da eski durumunu almamıştı.

Gökbayrak adlı bu roman, Leon Cahun (1841-1900) adlı Fransız bir gezgin ve yazarın tarihi romanıydı. Cengiz Han’ın ulağı (habercisi) Can Bey ve onun iki at uşağı Susor ve Kotak’ın Ortaasya’daki serüvenlerini anlatıyordu. Bu roman 250-300 sayfa olmasına karşın beni çok sarmış, kısa sürede okuyup bitirmiştim. Aynı kitabı iki üç kez daha okuduğumu anımsıyorum. Bu kitaplar ağabeyimin kitaplarıydı. Okuyacak başka kitap bulamayınca aynı kitapları tekrar tekrar okuyordum.”

“Kitap okuma sevdası sizde ta çocukluğunuzda başlamış Büyükbaba” dedi Özgün.

“Yazma sevdası da öyle öyle yavrum.”

Kalkıp yürüdüler köye doğru.

Çocuklar mutlu, çocuklar coşkuluydu.

“İyi ki gelmişiz” diyorlardı.

ROBİNSON MEHMET

Robinson Mehmet, Çıkrık Köyü’nün garip yiğit adamlarından birisiydi. Bu adı ona Zafer Bey yakıştırmıştı. Köyde ise, yıllardır ‘Nalbant Mehmet’ olarak bilirdi. Uzun yıllar nalbantlık yapmış, pek çok at-eşek nallamıştı. İki kız, iki oğlan, dört çocuğu vardı. Çocuklarını evlendirmiş, yuvadan uçurmuştu. Eşini yıllar önce yitirdiğinden yalnız başına yaşıyordu. Yetmiş yaşındaydı. Ufak tefek yapılı, zayıf bünyeli, sırım gibi bir adamdı. Evi köyün dışında okul yolu üzerindeydi. Oldum olası hoşlanırdı yalnızlıktan.

Robinson Mehmet’in, Yayla’daki kulübesi de, yayla evlerinin iki yüz adım uzağında Suludere yanında, hafif eğimli, eskiden tarla olan, ağaçsız geniş bir alanın ortasındaydı. Kulübesinin önünde bahçesi, arkasında havuzu vardı. Havuzuna serçe parmak kalınlığında bir su akıyordu. Oradan da önündeki oluğu dolduruyordu bu su.

İlkyazdan son güze kadar sık sık Yayla’ya çıkardı. Kimi zaman günlerce bu kulübesinde kalır, buradaki bahçesiyle oyalanırdı. O, doğasever birisiydi. Bahçesinde elmasından armuduna, vişnesinden kirazına, cevizinden kaysısına kadar birçok meyve ağacı yetiştirmişti. Kıyılarda da fındıklar ve kavak ağaçları yükseliyordu. Bahçe çepeçevre dikensi bitkilerle korumaya alınmıştı. Ayrıca marul, maydanoz, salatalık, biber, domates, fasulye, soğan gibi sebzeler de eksik olmazdı bahçesinden.

Köyden Yayla’ya, Suludere’ye Kırklar’a ulaşan yol da Robinson Mehmet’in bahçesinin ve kulübesinin üst yanından, geçiyordu.

Zafer Bey, üç yıl önce keşfetmişti onun yerini. Yaz dinlencesinde birkaç günlüğüne köye gelmişti. Bir gün, kendisi gibi emekli olan Abdullah, Ahmet ve Mustafa’yla, Yayla’ya çıkmayı kurmuşlardı. Köyden birisi, Yayla’ya traktörüyle bir iki parça inşaat malzemesi çıkarıyordu. Onu traktörüne bindiler o gün. Malzeme Robinson Mehmet’indi. O gün Yayla’daydı. Küçük kulübesinin toprak damlı çatısını, tuğlalı çatıya dönüştürüyordu. Zafer Bey, işte ilk kez o gün görmüştü onun yerini. Serüvenini de öğrenince; “Robinson” gibi adamsın be Mehmet Ağabey!” demişti.

Nalbant Mehmet:

“Robinson ne demek, Hocam?” diye sormuştu.

Zafer Bey:

“Robenson Cruzoe, bir İngiliz yazarı olan Daniel Defoe’nin roman kahramanıdır,” demişti. “Genç Robinson, bir gemide yolculuk yaparken okyanusta fırtınaya yakalanırlar. Issız bir adanın kıyılarına sürüklenir gemi. Sonra kayalıklara çarparak parçalanır. Tüm yolcular boğulur, ölür; sadece Robinson sağ olarak kurtulur. Bu ıssız adaya sığınır. Parçalanan gemiden karaya vuran, kendine gerekli olabilecek her şeyi adaya taşır. Yalnız başına bu ıssız adada tam yirmi sekiz yıl yaşam mücadelesi verir. Sonunda bir gemi uğrar bu adanın kıyısına. Robinson da böylece kurtulur bu ıssız adadan. Uygarlığa ve insanların arasına döner. İlginç bir serüven romanıdır. Bizler de doğada yalnız başına yaşayanlara Robinson benzetmesi yaparak onun adını yakıştırırız.”

(SÜRECEK)