KÖY YOLUNDA

4 Temmuz 2003,

O gün üç aylık maaşını alan Zafer Bey, tüm gereksinimlerini tamamlamıştı. Listesini günler önceden tuttuğu için, eksik bir şey bırakmamıştı. Gerçi yiyeceğe yönelik ne varsa, köydeki iki bakkal dükkanında da bulunuyordu ama yine de eksik bir şey bırakmak istemiyordu. Unutulanlar elbet oradan da temin edilebilirdi.

Köyde en az iki hafta kalacaklardı. Bunun bir haftasını köy ve çevresinde; ikinci haftasını da dağda kamp kurarak geçireceklerdi.

O gün, gereksinimlerini arabanın bagajını doldurup Çıkrık Köyü’ne doğru yola çıktıklarında, çocuklar sevinçten uçuyorlardı sanki. Yol, Ortaköy (Şapinuva) ilçesinin yoluydu.

Ayşe Hanım önde eşinin yanındaydı. Emniyet kemerlerini takmışlardı..

Zafer Bey:

“Çorum Çıkrık Köyü arası 43 kilometredir çocuklar,” dedi.

“Ne kadar zamanda varırız Büyükbaba?” diye sordu Özgün.

“Kısmetse bir saat sonra köydeyiz.”

“Yaşasın!..” diye bağırdılar.

Kısa zamanda kenti çıktılar. Yaz iyiden iyiye gelmişti. Temmuz sıcağı yakıp kavuruyordu doğayı. Hasat mevsimiydi. Yolun iki yanındaki uçsuz bucaksız bozkırda ekin tarlalarının bir bölümü biçilmiş, bir bölümü de biçime hazır görünüyordu.

Çocukların sevincine, coşkusuna sınır yoktu. Kimi zaman birlikte şarkı söylüyor, kimi zaman da söyleşiyorlardı. Yolculuk neşeli bir ortamda sürüyordu.

Bu yol, araç trafiği yönünden kentler arası yollar kadar yoğun değildi elbet. Kimi zaman karşıdan gelen kamyon ve özel araçlarla da karşılaşıyorlardı.

Ovasaray Köyü’nün ‘Bekleme’sini geçtiler. Sarı sıcakla sararmış ekin tarlaları arasındaki yeşilliklerle kaplı alanlar, soğan tarlalarıydı. Kıvrım kıvrım yolları aşarak, Şeyhmustafa Köyü’nün altından, ‘Sacayak Boğazını, geçip Cemilbey Köprüsü’ne ulaştılar.

Köprüye girmeden sola Amasya yoluna saptılar. Bu yol Amasya ilçesine kadar ulaşıyordu. Köyleri de bu yol güzergahındaydı.

“Çocuklar” dedi Zafer Bey. “Köprüye giren diğer yol ise Ortaköy ilçesine gidiyor. Bizi köye ulaştıracak bu yol ise Amasya’ya kadar ulaşıyor.”

Yollar bozuk düzendi. Yer yer bozulmuştu. Çorum Çayında bir damla su görünmüyordu. Göleçlerdeki sular ise, ‘kirliliğin simgesi’ gibi, yemyeşil bir yosunla kaplıydı. Irmak ağlıyor, ağlıyordu da kimse görmüyordu gözyaşlarını. Irmağın gözyaşları Zafer Bey’in içine akıyor, zehir gibi yakıyordu yüreğini.

“Irmaktaki şu kirliliğe bakın” dedi üzüntülü bir sesle.

Çocuklar da görmüşlerdi bu kirliliği. Yol, ırmağın koşutunda gidiyordu.

Önce Cemre söze girdi:

“Irmağı kimler kirletip bu duruma getirdi Büyükbabacığım?”

Zafer Bey, derin bir iç geçirdikten sonra yanıtladı Cemre’yi:

“Çorum’un batısında kurulan fabrika ve sanayi tesislerinin pek çoğunun arıtmaları yoktur. Bu nedenle kimyasal atıkları Çorum Çayı’na verilir. Son 30-40 yıldır da Çorum Çayı sürekli kirletilir. Biliyorsunuz bu ırmak bizim köyün, anneannenlerin köyünün sınırları içinden geçer. Çorum’dan Amasya’ya uzanan ırmak boyundaki kırk parça köy etkilenmektedir bu olumsuzluktan. Köpük köpük zehir akan bu suyla sulanan arazi, bugün verimden düşmüştür. Elde edilen bitkisel ya da hayvansal ürünler eskisi gibi sağlıklı değildir. Bunlarla beslenenler ise, gelecekte çok önemli sağlık sorunları ile karşı karşıya kalacaklardır.”

Çocuklar etkilenmişlerdi.

“Irmakları, gölleri kirlettik.”

“Denizleri de kirletiyoruz. Bir yandan da ormanları keserek, ya da yakarak yok ediyoruz.”

“Keşke,” dedi Özgün. “Kirletenlerin hepsini toplayıp getirsek; sonra da onları şu kirli suyun içine batırıp batırıp çıkarsak Ardından da: “İçin bakalım eseriniz olan şu suyu!” desek. Irmağı kirletmek nasıl oluyormuş bir görseler. Öyle cezalandırsak onları diyorum. Belki o zaman kirletmezler doğamızı.”

“Bu kirletme böyle sürerken buna hala bir ‘dur!’ diyen yok mu Büyükbaba?” diyen Emre’ye:

“Var yavrum,” dedi Zafer Bey. “Sendikalar, odalar, kamuya yararlı dernekler, çevreci örgütler var. Ben de yıllardır Çorum’da, etkin bir çevre gönüllüsüyüm. Bir yandan, yerel basında yazdığım yazılarla, doğal çevrenin korunmasını gündemde tutarken; diğer yandan da Çorum bozkırlarının fidanlanması çalışmalarına bizzat katılmaktayım.”

(SÜRECEK)