Yalnızlığı hiç sevmem. Neden mi?
Mesela; Çok gürültülü kitap okur yalnızlık, iğrenç sesiyle çok kötü şarkı söyler, beni de kötü kötü eleştirip durur. Ama özünde çok iyidir. Kimseyi kırdığını, incittiğini, acıttığını hiç görmedim. Herkesle arası iyidir. Bir ben hariç. Yalnızlığın felsefesinden konuşup durur, başımı şişirir. Bir sus derim susmaz. Sanki onu dinliyormuşum gibi, konuşmasını uzattıkça uzatır. Bir yandan da hayatımda tanıdığım en donanımlı edebiyatseverdir. Her soruya bir cevabı mutlaka vardır.
Kaşı, gözü, huyu suyu güzeldir. Hep verici ve üretken olmuştur. Okumayı, üretmeyi ve hayal etmeyi sever. Canı sıkılınca okuduğu kitaplardan, kırmızı defterine not düştüğü cümleleri sorgular.
“Benim için ne güzel cümleler yazmışsın Elif, ben bile inandım. Hani yazının başında yalnızlığı hiç sevmem diyordun, şimdi ne değişti” demez mi?
“Belki de ben değiştim ya da cümlelerin yolunu takip ediyorum” dedim.
“Cümlelerin yolunu mu? Yani yazdığın cümlelere uygun cümlelerle mi yol alıyorsun? O zaman o cümlelerde yazdıkların gerçeği yansıtmıyor. Benim için güzel cümlelere mi astın kendini?”
“Yazının başına oturmak zaten kendini asmak değil mi?” dedim. Sustu ama ben içinden konuşmaya devam ettiğini biliyorum. Yani onu o kadar iyi tanıyorum. Her gün olmasa da gün aşırı beni ziyarete geliyor. Bir gün arkadaşım telefon etti “gel kahve yalnız içilmez beraber içelim güzelim” dedi. Yalnızlık hemen konuşmaya başladı. ”Neden yalnız içilmesin ki, şimdi ben sana bir kahve yaparım, beraber içeriz” dedi ve ”kahveni nasıl içersin” diyerek yapmaya başladı.
Tabii arkadaşıma müsait değilim, yazımı tamamlamaya çalışıyorum, bir dahaki sefere inşallah diyerek telefonu kapatmak zorunda kaldım. Ah! Hep bu yalnız hanımın yüzünden… Kahvemi de hemen yapıp masamın üstüne koydu ve haince gülümseyerek sustu.
O susmuşken, ben de hem kahvemi içiyor, hem de yazımı yazmaya devam ediyorum. Birden “Söyledikleri ve yaptıkları arasında uçurum olan Rousseau’yu bilir misin?” dedi. “Tabii ki” dedim. ”Unuttun herhalde ben felsefe okuyorum.”
“Rousseau 18.yüzyıllarda yaşamış bir düşünürdür. Düşünür olma kimliği yanında, usta bir müzisyen ve edebi yazardır. Siyasete olan ilgisi, onu bugün geçmişin siyasi başyapıtlarından kabul edilen ‘Toplumsal Sözleşme’ adlı eserini yazmaya sürüklemiştir. Bu eserde ise; ‘Bireyin doğuştan beri asla vazgeçemeyeceği, özgürlüğünü gerçekleştirebileceği düzen karşılıklı bir anlaşma düzeni olmalıdır. Bu nedenle bu sözleşme mutlaktır, adaletsizliği ortadan kaldırır.” demiştir. Bir de insanın doğal halindeyken iyi, mutlu olduğunu, mutlak bir bağımsızlık halinde olduğunu, doğal insanın kimsenin kötülüğünü istemediğini, kimseye fenalık yapmadığını, ihtiyacı olan hiçbir şeye göz dikmediğini ileri sürmüş. İnsan da kendi türüne karşı bir sempati ve merhamet içgüdüsü bulunduğunu savunmuş bir yazardır. Ben hakkında bu kadarını biliyorum.”
“Sen ne biliyorsun?” dedim.
Aklını benim söylediğim cümlelerden alıp başını sağa sola sallamaya başladı.
Ah Elif! diyerek konuşmaya başladı,
“Rousseau; bir otel odasında yazı masasına oturmuş, etrafı karaladığı kâğıtlar ve kitaplarla dolu ağır bir şekilde çalışırken, odaya, odayı toplamak için giren kadına âşık olmuş. Eğitime ve bilgiye çok önem veren Rousseau, okuma ve yazma bilmeyen bu kadına tutulmuş. Bu kadını hiçbir zaman da yasal eşi yapmamış. Aradan seneler geçip peş peşe çocuklar olduktan sonra bile durum değişmemiş. İyi bir eş olamadığı gibi iyi bir baba da olmayı başaramamış. Beş çocuğunu da art arda terk etmiş. Sonra da oturup anne ve babaların nasıl çocuk yetiştirmesi gerektiğine dair kitaplar yazmış. Herkes Rousseau’nun ilericiliğini, toplumsal nasihatlerini konuşadursun, o kendi çocuklarını sefalet içinde bırakmış” dedi.
Benim o an içim acımaya başladı. Bu konuya nereden geldiğimizi bile unutmama sebep oldu. Anladığım kadarıyla; yazarları sadece dıştan tanımalı, sadece okuyucu olmalı, bizim onu hayal ettiğimiz gibi kalmalı, fazla içeriğine girmemeliyiz kanısına vardım. Şekil A’da görüldüğü gibi…
Duyduklarım karşısında kendimi toparlamaya çalışıyordum ki; bir de gözlerimin içine bakarak “mutluluk nedir ”dedi. Montesquieu dediği gibi ; “Mutluluk varacağımız bir istasyon değil, bir yolculuk şeklidir ” dedim. “Ben de o zaman Alain Badiou’nun cümleleriyle cevap vereyim” dedi. “Sonlunun sevincine ve sonsuzun gücüne sahip olursak, mutluluğa kavuşacağımıza inanıyorum. Mutluluk her zaman, sonlu ve de sonsuz olan bir şeydir ”dedi. Sustu, sanki aklındaki cümleleri kovar gibiydi. Susması beş dakika sürdü ve bana doğru eğilerek “şu dinlediğin müziği bir sustur, başımı ağrıttı” demez mi? “O sesin sahibi Nina Simone ve ben bu kadının sesine aşığım” dedim. Ve anlatmaya, o da sağ eliyle başını tutarak dinliyormuş gibi yapmaya başladı. “Öyle bir kadın düşün ki” dedim.1950’lerde,1960’larda müzik dünyasında fırtına gibi esmiş. Harikulade bir ses, ayrıksı bir tarz ve sesinde derin bir hüzün var. Kendisine sesiyle âşık eden bir insan.2003 yılında öldü, senelerce kendisine şizofren, manik depresif, megaloman teşhisleri konuldu. Yeteneği o gücünü kaybetse de o hiçbir zaman kaybolmadı.” İşte o dinlediğim sesin sahibi, kişiliği anormal de olsa ben sadece sesinde duyduğum ve bir türlü kelimelerle anlatamadığım o şeye aşığım.” dedim.
Bu yazı, yalnızlıkla benim aramda karalanmıştır. Oysa yalnızlığı hiç sevmem.