Londra Metrosu’ndan inip, eve gitmek üzere otobüse binmiştim. 
Bir sonraki durakta iyi giyimli,  iyi İngilizce konuşan, kelimelerin üzerine tam ve doğru basarak telaffuz eden, her haliyle İngiliz sosyetesine mensup olduğu belli olan bir hanım, selam vererek yanıma oturdu. 
Hal hatır sorduktan sonra nereli olduğumu sordu. 
Ben de, “Hani dünyanın en uzun savaşlarından biri olan ve emperyalist ülkelerin tek bir devleti yok etmek amacıyla aralıksız ve amansızca üzerine yüklenip, saldırdığı; adına da 'The war of Gallipoly' (Çanakkale Savaşı) denen bir toprak parçasının yer aldığı ülkedenim” dedim.
Ani bir hareketle bana doğru döndü; büyük bir hayranlıkla yüzüme baktı ve “Evet, ülkenizi de, Çanakkale’nizi de çok iyi biliyorum.  Benim dedem orada şehit oldu, orada yatıyor. Her yıl mezarını ziyaret eder çiçek koyarım. 
En az 500.000 Britanyalı, Yeni Zelandalı, Avustralyalı, Fransız ve diğer müttefiklerin; bir hiç uğruna yaşamlarını verdiği, sonu hüsranla biten o savaşın ayrıntılarını da çok iyi biliyorum…” dedi, heyecanla. 
“Peki yenseydiniz, yine aynı şeyleri söyler miydiniz acaba?' dedim.
Birden ciddileşti, bakışları serteldi.
“Beyefendi…” dedi. Durdu, düşündü…
"Bizim ne işimiz vardı oralarda, hep merak etmişimdir.
Zaten ön cephede savaşanlar gerçek İngiliz'ler değildi ki. Orada, bizim kölemiz pozisyonunda olan insanlar savaştı(rıldı). Anzaklar ve diğerleri… O nedenle hâlâ bağışlamazlar bizleri! 
Ama Türkler, canları pahasına çok cesurca savaşıp, vatanlarını korudular. Ve bu müthiş savaş, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük lideri Mustafa Kemal Atatürk’ü çıkardı. 
Oysa biz böyle karizmatik bir lidere sahip değildik! 
Olsaydık, zaten savaşmazdık. 
O'nun bu dünyaya bırakmış olduğu en büyük slogan, ‘Yurtta barış, dünyada barış…” ilkesidir.
O, olağanüstü bilgi ve yetenekle donanmış, bu dünyaya gelmiş geçmiş en büyük liderlerden biridir. Sadece kendi ülkesinde değil; dünyada da çığır açtı.
Emperyalizmi kökünden kazıdı. Üzerinde güneş batmayan koskoca Britanya İmparatorluğu bitti. Köle milletler gözlerini açtı, devlet haline geldiler.
Hindistan, Tunus, Cezayir, Fas ve daha pek çok ulus; O'nun sayesinde özgürlüklerine kavuştular…”
Dedi.
Nefes nefeseydi.
Durdu, düşündü…
Belli ki şu ana kadar anlattıklarını bağlayacak, sözcüklerini derleyip, toparlıyordu.
Gözlerini, gözlerimden ayırmadan;
“ Ne kadar şanslısınız…” dedi.
“Ne kadar şanslısınız. Mustafa Kemal gibi bir lideriniz oldu ve o lider sizi yok olmaktan kurtardı, size bir yurt armağan etti.
Önderiniz Mustafa Kemal, eşi bulunmayan bir lider ve devlet adamıdır.
Her ülkeye heykeli dikilesi bir insan, bir önder O.
Benim bile evimde O’nun hem asker, hem sivil resmi asılıdır.
Ben, çocuklarım, yakın aile çevrem, hepimiz, hepimiz hayranızdır O’na.
Benim bu konudaki düşüncelerim ve O’na hayranlığım; ölünceye dek de sürecektir.
O, Tanrı’nın, dünya insanlığına bir armağanıdır.
Hiç kuşkum yoktur ki; O’nun karşısından duranlar ve olanlar; saman alevi gibi eriyip yok olacaklardır.
Ben çok okur ve çok araştırırım.
Ben şimdiye kadar bitmiş, tükenmiş, yoksul ve aç bir ulusun yıkıntı ve enkazlarından yeni bir ulus çıkarıp kuran, bu durumda bir ulusu ayağa kaldırıp, dirilten bir başka lidere rastlamadım ve bilmiyorum.”
Dedi ve bir sonraki durakta ineceğini söyleyerek özür diledi. 
Çok etkilenmiş ve çok duygulanmıştım.
Kendisine bu güzel düşünceleri için defalarca teşekkür ettim ve
“Muhterem Hanımefendi, bendeniz aynı zamanda Çanakkale rehberiyim, Telefon numaramı alınız ve ziyarete geldiğinizde Çanakkale'yi bir de benden dinleyiniz.' dedim.
Kartımı aldı ve bir kuğu gibi otobüsten süzülerek indi. 
Ben ise, yağmur altında kalmış Mısır mumyası gibi sessiz ve halsizdim. 
Kendimi tutamamıştım ve ağlıyordum.
Bu büyük insanın ve güzel vatanımın sevgisi çocukluğumdan beri taa iliklerime kadar işlemişti! 
Şimdi de o sevgi mutluluk olmuş, bir pınar gibi gözlerimden sızıyordu. Nice sonra ancak kendime gelebildim.
Aslında beni ağlatan; bu muhteşem kadın değil; aklını dinle, Araplıkla ve kutsal topraklarla bozmuş; Çanakkale Savaşını Mustafa Kemal’in değil meleklerin kazandığını, Kurtuluş Savaşı diye bir savaşın olmadığını savlayacak kadar beyni sulanmış insanlarımızdı…
Aslında beni ağlatan, ülkemizin kurucusu ve kurtarıcısı, varlık nedenimiz Mustafa Kemal’e nankörlük yapanlardı.
Aslında beni ağlatan; 1 milyon 592 bin 806 Km kare toprak kaybeden Abdülhamit’i dillerinden düşürmeyip; milletine 783.562 Km kare vatan armağan eden Atatürk’e düşman olan nankörlerdi.
Aslında beni ağlatan; “Babalarının kim olduğunu bilmelerini sağlayan bu ülkenin kurtarıcısının anıtkabirinden; “ANIRkabir”  diye söz edecek kadar düzeysiz ve nankör bir kitleyle aynı toprakları paylaşmaktı.

*    *    *
Yukarıdaki yazı, Uluslararası Tur Rehberi ve İngiliz Dili Edebiyatı Öğretmeni Mehmet Çevik’e ait.
24 Aralık 2015 yılında kaleme almış bu yazıyı.
Ben yazıyı biraz daha akıcı hale getirmek için üzerinde biraz oynadım, yer yer de küçük eklemeler yaptım.
Sayın Çevik’e ulaşabilsem şunu söylemek isterdim.
“ATATÜRKÇÜ OLMAK AYRICALIKTIR. KAFADA ‘BEYİN’; DAMARDA ‘KAN’ İSTER.
Bunlar da herkes de bulunmuyor, sıkıntımız burada… Üzülme sen…”