Herhalde Eylül ayı, bundan böyle büyük bir felaketi ve unutulmaz üç kişiyi hatırlatacak.
Birincisi; bu ülkenin rotasını değiştiren, bugünkü Türkiye'nin temellerini atan 12 Eylül 1980 darbesi, yani 12 Eylül felaketi...
İkincisi; Türk sinemasında ezberleri yıkan, sinemaya ilk kez toplumcu bir neşter vuran ve 9 Eylül 1984'te ölen Yılmaz Güney...
Üçüncüsü; Anadolu'nun bağrından doğan türküleri okurken, o gür sesiyle sanki Anadolu'yu ayağa kaldırıp yürüten ve 20 Eylül 1985'te ölen Ruhi Su...
Dördüncüsü; bugüne kadar görülmedik bir halk sevgisi kazanmış olan ve 16 Eylül 2016 günü ölen Tarık Akan...
***
Konumuz, elbette Tarık Akan...
Günlerce çok şeyler söylendi ona dair. Günlerce onu anlatan yazılar yazıldı, haberler yapıldı ona dair. Övenler oldu, yerenler oldu onu.
Asıl adı Tarık Tahsin Üregül idi. 13 Aralık 1949'da doğdu, 16 Eylül 2016'da öldü. Ses dergisinin 1970'teki yarışması ile sinemaya girdi, 111 filmde, 4 dizide rol aldı.
Cenazesi, bugüne kadar hiçbir sanatçının cenazesinde görülmeyen olağanüstü bir ilgi ve olağanüstü bir sevgi dolu kalabalıkla kaldırıldı.
***
Türk sinemasında ezberler Yılmaz Güney'le bozulmuştu.
Yani toplumsal sorunları sinema diliyle anlatan, toplumcu bir kulvar açılmıştı Yılmaz Güney'le.
Elbette bu kulvarda yürüyenler, bu kulvarın dışında kalanlar, bu kulvara itiraz edenler de olmuştu Türk sinemasında.
İşte Tarık Akan, 1970'lerin sonuna doğru bu kulvarda yürüyenlerden oldu.
Yılmaz Güney'in senaryosunu yazdığı Sürü, Yol gibi filmlerde, Maden gibi işçi mücadelesini anlatan filmlerde rol aldı. Mükemmel bir oyun profili çizdi bu filmlerde.
Ve sinemada "Sürü'deki Şivan'la, "Yol"daki Seyit Ali'yle, giderek içindeki karaktere uygun kimliğini yarattı.
Ve de halk tarafından olağanüstü bir sevgi, olağanüstü bir saygı gördü bu karakterlerle.
Çünkü Anadolu insanı, sinemada kendini anlatan filmlerle ve kendini temsil eden
karakterlerle büyük bir özdeşlik yaşar. Adeta filmin kahramanıyla bütünleşir Anadolu insanı.
***
Evet böyle bir kimlik yaratmıştı Tarık Akan, sinema dilinde.
O; çok ödül aldı ama kendini kuşatan şöhrete yenik düşenlerden olmadı. Şöhretin kelepçesini kırıp atmıştı "Sürü"de, "Yol"da, "Maden'de.
Çünkü o; salon filmlerinin oyuncusu değil, gerçek bir sinema sanatçısı olmayı hedeflemişti.
O; rüzgâr nereden eserse oraya meyleden her dönemin "yıldız"larına benzemedi. Özellikle toplumcu-demokrat bir duruş gösterdi.
Ve o; şöhrete yenilmediği gibi, 12 Eylül askeri darbesinin zulmüne de boyun eğmedi, dik duruşundan ödün vermedi.
Ve de o; sinemada bu ülkenin vicdanı oldu, politik bir duruş sergiledi.
***
Zaten sanatçı da böyle olmalıydı.
Çünkü sanatçı olmanın raconu bu idi. Muhalif bir ses olmaktı. Toplumsal sorunlara sahip çıkıp dillendirmekti. Sistemin baskılarına itiraz etmekti.
Çünkü sanatçı olmak, beynini egemen güce teslim etmemekti, kiraya vermemekti. Ve sanatçı olmak iktidar yalakası olmamaktı, ezberleri bozmaktı. Yani bir sanatçı olmak demek, saray soytarısı olmamak demekti.
12 Eylül döneminde o da sorgulanmıştı.
-Cezaevine girmiş, işkence görmüştü.
-Yılmaz Güney'e yataklık yapmakla suçlanmıştı.
-Almanya'da Türkiye aleyhine konuşmakla suçlamıştı.
-Ve vatan hainliği ile suçlanmıştı.
Ama sonuçta aklanmıştı.
***
Peki, cenazesinde bu olağanüstü ilgi, bu görkemli tören ne idi?
Elbette ki bu görkemli kalabalık ona, onun kimliğine-kişiliğine, onun sanatına duyulan saygı ve sevginin bir ifadesi idi.
Ama başka bir şeyi daha ifade ediyordu bu görkemli kalabalık.
Yani bu görkemli kalabalık, örgütsüz bir toplumun bir kahraman arayışı idi...
İktidara duyulan bir itirazın, bir uyarının, onun kişiliğinde bir ifadesi idi...
Ve de özellikle; ülkede var olan bir muhalefet boşluğunun, bu görkemli kitlesel görüntüyle, bir ölçüde doldurulmak isteğinin bir mesajı idi...