Kaç dalga geçiyor içimden,
kaçı denize ulaşabiliyor?

Sevgili Nana
Hayata karşı baktığım pencerelere, güneş bütün kızıl hüzmelerini asmıştı ve sanki bütün kızıllığını göz kapaklarımda unutmuştu. Bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş yataktan kalktım. Kolumdaki saate baktım, Saat daha sabahın altısıydı, aynanın karşısına geçip kendime baktım. Duvarımda asılı duran geçmiş zaman resimlerine bakıp, kendimi aradım durdum. Sanki hiç birinde şu anki ben yoktu. Hayat dağılıyor, söz dağılıyor, yazı dağılıyor, aynada kendime baktığım suret dağılıyordu. Dağılan her şeyi alıp, yüzümün arka bahçesine saklamaya çalıştım. Çünkü orayı gören yok, okuyan yok, bilen yoktu. Oysa ön bahçem hep düzenli ve görünen yüzleri hep oraya çerçeveletip asmıştım. Ama senin bile bilmediğin ve benim de yazmaya çalışmadığım, çalışamadığım, cesaret edemediğim hep arka bahçemdeki ağaçlarda asılı duruyordu ve zamanı bekliyordu. Arka bahçemde hep yalnızdım. Yalnızlığımı senin yazdığın cümlelerle çoğaltıp, arka bahçeme güller dikiyordum ama son mektubundan sonra bana hiç yazmadın. Seni üzecek, incitecek cümleler yazdıysam sana, çok özür dilerim. Ne olur bana yazmayı bırakma. Bana yolladığın her mektup sanki ellerim kollarım ve bu cümleleri yazarken ben, bana bir daha yazmayacağını düşününce nefes bile alamıyorum.
“Dua etmek bir arkadaşınla olduğun zaman yaptığın gibi içini dökmektir” diyor Pavese. Bana içini dök, bana yazmaktan asla vazgeçme Nana.
Sanki içimdeki iklimlerin dışında, başka iklimlerde kendimi arıyorum. Aklım temize çektiğim sayfalarda değil, not aldığım defterlerde ve karmakarışık. Kaç dalga geçiyor içimden, kaçı denize ulaşabiliyor onu bile bilemiyorum. Gözlerimi uzaklara dikip, yazı yazdığım masaya oturuyor, içimdekileri değil dilimdekileri yazıyorum. Gerçek dünyanın dışında, yitik bir ülkeyim. Dışarının acımasızlığını, söze cümleye düşmeyen yangınlarını bildiğimden kaçıyorum. Bazen derin kuyular kazıp kendimi saklıyorum. Orada bitirdiğim kitapları tekrar okuyor ve tekrar altlarını çiziyorum. Hüznün sarı yapraklarını orada döküp tekrar yeşil yaprakları yüz çizgilerime yapıştırıp, gülümsüyorum. Kimselere söylemediğim, yazmadığım cümleleri, saçlarımın dallarına mandallıyorum. Aslında bütün cümlelerime yetecek kadar noktalarım var ama nedense virgüllerle dolu olan içimi, cümlelerle birleştirmeye çalışıyorum. Sonrasında kırılan bir aynada kalan suretlerimi birleştirmeye uğraşıyor ama nedense ellerim kanlar içinde kaldığı için yapamıyorum. Kanayan ellerimi beyaz sayfalara yazdığım umut dolu cümlelerle sarıyorum. Yazmazsan öleceğim sanıyorum. “Bir ‘yazar’ artık ‘yazmaz’ olduysa, bilin ki ya sahiden yaşıyordur, ya da sahiden ölüyordur ” Bu cümle okuduğum hangi kitaptaydı, onu bile bilmiyorum diye yazmışsın.
İçindeki yangına bir ses, bir nefes ararken, neden hep başkalarının kelimeleriyle, hep başkalarının sesiyle konuşursun? Okuduğun kitaplarda altını çizdiğin hep başkalarının cümleleri değil mi? Ve neden altlarını sana ait cümlelermiş gibi çiziyorsun? Başkalarının yazdığı hayatları, kendinin de olsun istediğinden mi? Oysa ki Woolf romanlarında kahramanlarını öldürüyordu. Kendinin cesaret edip başaramadığını kahramanları başarsın istiyordu. Tolstoy ise, Vronsky’nin artık kendisini sevmediği düşüncesiyle bunalıma giren Anna, yaptıklarından büyük bir pişmanlık duyarak intihar ediyordu. Senin hikâyen de mi böyle sonlansın istiyorsun?
Yazdığın son mektubunda “Ben senin için beyninin odalarını süslendiren görsel bir tablodan, bir resimden ibaret değilim” diye yazmışsın. Öyle düşünmene inan çok üzüldüm. Sana samimi olarak duygularımı açtım ve bunu sen yanlış anladın. Benim için sen, her gün içtiğim kahve kadar vazgeçilmezimsin. Anla beni lütfen! Senin hayatında hiç ayna gibi kendini gördüğün insan olmadı mı? Bunun için seni suçlayamam ama benim kendimi gördüğüm aynam sensin. Ben aciz bir varlık olarak sana tutunduğum için çok mutluyum.
Bizler sevgili Nana, alışkanlıklarımızın kölesi olan birer yaratığız. Gerçekten hayatında kendin olabildiğin bir yer varsa, işte orası senin dünyaya açılan pencerendir. Burası bir kafe, bir nehir kenarı ya da ağaçlarla kaplı bir yeşillik te olabilir. En çok kendini nerede huzurlu ve hayallere açık hissediyorsan, hikâyeni yazıyorsan oralara git.
Yepyeni bir coğrafyada, kendine özgü görünümü olan, kendine özgü evleri, yüzleri olan bir yerlere gitmek istiyorum. Sokaklarında dolaşırken, başka insanların düşlerini bozuyormuşum hissine kapılmadığım bir yerde yaşayıp, yaşlanmak istiyorum diye yazmışsın. Rönesans’ın doğum yeri olan, Da Vinci ve Michelangelo’nun yaşamış olduğu Floransa’ya gel ve Arno Nehri etrafında beraber kahvemizi yudumlayalım.
Sana yazarken içimden derinden ve uzaklardan bir ses yükseliyor. Sizler dünya denen bu boşlukta okunmayan sözcüklerin sonundaki bir harfsiniz. Kırık dökük çizgilerden oluşan bir harf”. Dizlerinizin üstüne çöküp, sivri uçlarınızı köreltin. Her şeyden kaçtığınız gibi kendinden kaçışı başaramayan zavallı varlıklarsınız. Hayata nasıl baktığınızı ve nasıl gördüğünüzü kullandığınız kelimelerle resmedersiniz. Gözlerinizi kapattığınız için bir de göremediğiniz hayat var ve yanınızdan geçip gitmekte, siz dur deseniz de. Saatleri bozup, yüzünüzdeki çizgileri silmeye çalışarak zamanı durdurmak istersiniz. Zaman ancak ölümle durur. Aslında ne kadar kolay başkasını yazdığı hikâyeleri, sözcükleri, cümleleri okumak, başka hayatların üzerine basa basa yürümek. Nasıl olsa hikâyede ölen başkası, yazan başkası, yaşayan başkası. Büyük bir yürek ister insanın kendi hayatının üstünden geçebilmesi. Öyle değil mi?
Hayat başka istasyonda başlayıp bir başka tren istasyonunda biten bir yolculuk. Yolculuğa başlarken kendini arayan sen, yolculuk bittiğinde kendini bulamayan yine sen. İki yolculuk arasında bir değişiklik yoksa hala başladığın yerdesindir. Kendi gövdenize ellerinizle dokunduğunuz elleriniz aynı değildir. Oysa ki siz beyninizin içindekilerinin de aynı olmamasını istersiniz. Hamlet’in aşkını yaşayayım derken kendi aşkınızdan saklanıyorsunuz. Nietzsche gibi ağlıyor ya da Peçorin gibi kendinizden kaçıyorsunuz. Belki de sevgili Nana, abaküsün bütün boncuklarını saymaktan sıkıldığımız için büyüdük. Büyüdük çünkü yatağımıza uzanıp gözümüzü yumduğumuzda düşünecek güzel şeylerimiz olsun istedik.
Unutma! Sevgili Nana,
Okuduğun hikâyelerden, yazdığın her kelimeden sayfa sayfa kendini geriye alamazsın.
Yunan trajedisinin teması şudur “Ne olacaksa olmalı ” Ne olacaksa olsun artık Nana.
Mektubumu burada bitiriyorum. Kendine yeni cümleler bulmaktan ve bana yazmaktan asla vazgeçme.
Sevgimle.
Dostun Dark