Immanuel Kant (1724-1804), “Fakülteler Çatışması” (1798) adlı eserinde Felsefe Fakültesi’nin, hükümetin emirlerinden bağımsız olması gerektiğini ifade etmiştir. 

Johann Gottlieb Fichte (1762-1814), 1807’de yazdığı bir makalesinde üniversite öğretiminin skolâstik yöntemden kurtarılarak bilgi kazandırmaktan çok yargı gücünün eğitimine, eleştiri sanatına ve bilginin kullanımına ağırlık verilmesi gerektiğini savunmuştur.

Alman idealizminin bir başka temsilcisi olan Friedrich Scheiermacmer (1768-1834), üniversitenin en önemli görevini, gençlerde hakikati arama ve bilimsel ruhu uyandırmasında görmüştür.

Almanya’da üniversitenin kurumlaşmasına en büyük katkıyı yapan Wilhelm von Humboldt ise üniversiteyi bir milletin ahlaki kültürünün en yüksek noktası diye yorumlayarak üniversiteyi devletten tamamen bağımsız ve onun her türlü siyasal etkisinden uzak bir kurum olarak nitelemiştir.

Bu felsefi gelenekten beslenen Karl Jaspers (1883-1969) üniversitenin en önemli işlevlerinin eğitim ve araştırma olmasının yanı sıra “universitas”ın (*) doğasına uygun olarak bu kurum bünyesinde yapılan bilimsel çalışmaların her seferinde bütünü göz önünde bulundurması gerektiğini vurgulamıştır. Jaspers, 1930’lı yıllardaki yazılarında üniversitenin kitleselleşmesinden ve bu sebeple de “çoğunluğun ortalamasına” dönüşmesinden yakınmıştır. “Sadece pratik amaç ve hedeflere yönelik kitlesel bir yüksek öğrenim kurumu olsa olsa üst düzey bir lise olabilir.”

Bu dönem Almanya’da Hitlerin iktidarını her yerde hissettirdiği yıllardır. Yahudi asıllı akademisyenlerin yüksek okullardan uzaklaştırılması süreci başlamıştır. İşte bu şartlarda eşi Yahudi olan Jaspers, Almanya’yı terk etmemiş ancak ciddi baskılara maruz kalmıştır. 1937’de ders vermesi ve 1938’de ise yayın yapması yasaklanmıştır.

Jaspers’ın 1946’da yeniden yayımladığı “Üniversite İdesi” onun savaş yılarından sonraki ilk eseridir. Jaspers, geçirdiği sıkıntılı dönemin sonucu olarak eserinde siyasetin üniversitenin dışında tutulması gerektiğini özenle vurgulamıştır. Ona göre üniversite, sadece bilimsel araştırma ve bunun sonuçlarının öğrencilere öğretildiği bir kurum biçiminde kalmamalı, aynı zamanda toplumsal hayatın ve siyaset kurumunun eleştirildiği yer olmalıdır.

Bunları özetlemekten amacımız Alman felsefesi üzerine bir yazı kaleme almak değildir. Okur anlamıştır ki yukarıda yaptığımız alıntıların özünü Alman felsefecilerinin “üniversite” üzerindeki düşüncelerinde bir ufuk turu yapmak oluşturmaktadır. Çünkü üniversite eğitiminin amacı “öğrenmeyi öğretmek”tir.

İşte bu cümleden hareketle 21’inci yüzyıl Türkiye’sinde Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerini imha eden bir anayasa dayatması karşısında üniversitelerimizin gösterdiği üç maymun duruşuyla yaşanan trajediyi vurgulamaktır. Kanla, irfanla, devrimle kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin üniversiteleri Jaspers’ın 1930’da ifade ettiği “üst düzey lise” durumuna getirilmesidir.

Yazılarında belirttiğim “aydınlar toplumun koruyucu virüs programlarıdır” anlayışının kalesi, düşünce üretim merkezi olan üniversitelerin bugün geldiği ve/veya getirildiği nokta 2002’de AKP’nin iktidara gelmesinden önce başlamıştır. Küresel çeteler, uzantı dosyaları eliyle sendikalar işlevsizleştirilirken, Demokratik Kitle Örgütleri “Sivil Toplum Kuruluşu”na dönüştürülürken, küresel çetelerin yıllardır kendi çıkarları doğrultusunda halkın içinde beşinci kol çalışması yaptırdığı tarikatlar “STK” olarak kitlelere sunulurken suskun kalan üniversiteler, gelinen son noktanın köşe taşlarını döşemekle iştigal etmişlerdir. Bunların altını çizerken şüphesiz bu trajedinin istisnası akademisyenlerimiz vardır. Ancak onlar ne yazık ki istisnadır. Ve bildiğiniz gibi istisnalar üzerinden genelleme yapmak ve teori inşa etmek mümkün değildir.

Türkiye’nin yaşadığı bu ateşle imtihan döneminde başta üniversiteler olmak üzere her yapı ve kişi tarih tarafından gerekli sıfatlarla nitelenerek kayıt düşülecektir. Tarih affetmez çünkü…

(*)Universitas, Latincede aynı amaç uğruna toplanan insanların bir araya geldikleri kurum. Üniversite sözünün kökeni…