YENİ TAMAMLADIĞIM SON ROMANIM "AY BULUTTA SAKLIYKEN"DEN BİR BÖLÜM

Sabaha yakın uyandı. Cep fenerinin ışığında saatine baktı, 04.30’u gösteriyordu. Fırlayıp kalktı yerinden. Yola çıkmanın tam zamanıydı. Tabancasını da öbürlerinin yanına gömüp mağaradan çıktı. Ortalık karanlıktı henüz. Ay tepenin ardına aştığı için bulunduğu yere ışığı ulaşmıyordu. Acele ederse güneş doğarken kasabaya ulaşacağını düşündü.

Bu mağara kayaların yüzünde çok sarp bir yerde olduğu için çobanlar ve avcılar dışında kimse bilmezdi yerini. Bilen sayılı bir kaç kişiden her hangi biri de durup dururken bu mağaraya inmezdi. O nedenle oldukça güvenli bir yerdi, sakladığı altın ve paralar için.

Düşüp sakatlanmamak için dikkatli bir biçimde tırmanmaya koyuldu kayalık yamacı. Kimi zaman taşa kayaya tökezleyerek, kimi zaman da dallara, çalılara sağını solunu çırptırarak, tırmanıyordu. Edindiği iri bir sopanın desteğiyle düşe kalka cep fenerinin ışığında soluk soluğa ulaştı Çardakağaç Düzlüğüne. Ay batıya iyice eğilmişti. Oradan da meşeliklerin arasından kasabaya giden dağ yoluna vardı. Gece karanlığında kimi yerlerde yürümesi zor olsa da, yolculuğunu cep feneriyle kolaylamaya çalışıyordu. Kasabadan Çorum’a gidecek ilk arabayı hedeflemişti. Çorum’dan da Ankara üzerinden “ver elini İzmir” olacaktı. İzmir’e vardıktan sonra orada da bir buçuk iki ay kadar oyalanmak kalıyordu geriye.

Suludere’ye yönelen yolun en dar ve en tehlikeli bölümü “Dümbüldeyik’in Burun” denilen dönemeciydi. Aşağısı yüz metreden de derin dik bir uçurumdu. Buralara etkisiz ay ışığı ulaşmıyordu. Yol hafif bir eğimle Suludere’ye doğru iniyordu.

Dağ yolundan kasabaya çok gidip gelmişti. Gece karanlığı da olsa, yolları çok iyi biliyordu. Ekmeğinin bittiğini bildiği halde, yine de yokladı çantasını. Ama kırıntısı bile kalmamıştı. İyice acıkmıştı, fakat yapacak bir şey yoktu. Kasabaya kadar dayanmak zorundaydı.

Dağın doruğundaki Sırçalı köyünü geçerken, köpek saldırılarını elindeki uzun sopasıyla savuşturdu. Dağ yolu inişe geçtiğinde şafak sökmeye, ortalık yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Işıklar köyünün kıyısından geçip adımlarını hızlandırdı. Kasabaya ise, güneş doğduktan sonra ulaştı. İlk işi, yolcu yazıhanesine varıp Çorum yönüne bir araba sormak oldu:

Görevli:

“On dakika daha erken gelseydiniz sizi Tokat arabasıyla gönderebilirdim hemşerim,” dedi.

Yengeç Ali, üzgün bir tavırla:

“Hay Allah. Kaçırdık desene!”

“Üzülmeyin arkadaş. Yarım saat sonra bir minibüs kalkacak.”

“O zaman bir kişi yazın.”

Parasını verip, biletini aldı.

“Ben bir çorba içip geleyim.

“Tamam, arkadaş; yetişirsiniz.

Karnını doyurmak için oradan doğruca “Badallı Lokanta”yı buldu. Lokanta tenhaydı. Birkaç kişi farklı masalara dağılmış, çorbalarını içiyorlardı. Boş olan yan masalardan birine geçip oturdu. Gelen garson:

“Hoş geldiniz beyim. Henüz yemek çıkmadı ama çorbalarımız var.” Ardından çorba adlarını saydı.

“Yayla çorbası olsun.”

“Baş üstüne efendim.”

Yan masada yemek yiyen kılığı kıyafeti düzgün genç bir adam vardı. Yengeç Ali’yi dikkatlice süzdükten sonra ona dönerek:

“Yayla çorbasını mı, yoksa yaylayı mı özledin Ali efe?”

Yengeç Ali cin çarpmış gibi sarsıldı. Kimdir bu adıyla kendisine seslenen? Bir an dehşete kapıldı. Yavaş yavaş döndü sesin geldiği yöne. Tanıdığı birisiydi. Önce çıkaramadı, ama sonra tanıdı. Muhtar’ın oğlu Çetin’di bu. Birden tepe tırnak tere batıp, çıktı. “Allah kahretsin” dedi içinden. Planlarının alt üst olduğunu, hayallerinin de yıkıldığını düşündü bir an. “Nem nerden geldim bu lokantaya da körün taşı gibi rast geldim buna.”

Oldum olası gıcıktır, köydeki okumuşlara. Hele de muhtarın oğluna. Kendisini toparlamaya çalıştı. Ama şaşkınlığını da üzerinden atamamıştı henüz.

(SÜRECEK)