Amerikalı Senatör Lodge’nin “İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan, harplerin yaratıcısı, komşuları için bir küfür olan Türkler Avrupa’dan silinmelidir” sözünü hatırlayarak yazımızın ikinci bölümüne başlayalım.

İkinci Paylaşım Savaşı'ndan sonra, ABD yardımlarına yön vermek üzere Amerikalı ekonomist Max Thornburg Türk ekonomisini incelemiş ve Türkiye'nin “Bugünkü Ekonomik Durumunun Eleştirisi” adlı bir rapor hazırlamıştır.

Atatürk dönemi ekonomik uygulamalarını eleştirmekle başlayan rapor, Türkiye'nin ağır sanayi kurma girişimlerine karşı çıkarak, Karabük Demir-Çelik tesislerinin tasfiyesini, 125 lokomotif imal edecek kapasitede bir fabrika kurma projesinin iptalini istemektedir.

İşte tarihin bu noktasında filmi durdurup Mustafa Kemal Atatürk’ün ekonomiye bakışını hatırlayalım.

Atatürk’ün ekonomiye bakışı…

Atatürk, toplumların yaşamında ekonominin tartışılmaz önem ve değerini şu sözlerle anlatmıştır. “Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısı ile ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalan bu hakikat, bizim milli yaşantımızda ve milli tarihimizde, tamamen kendisini göstermiştir. Gerçekten de Türk tarihi incelenecek olursa, gerileme ve yıkılma nedenlerinin, ekonomik problemlerden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır.”

Atatürk, ekonomik bağımsızlık olmadan politik bağımsızlığın gerçekleşemeyeceğini ise şu sözlerle ifade etmiştir. “Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Milli egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştirilmelidir. Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşamaz, az zamanda söner.”

Şu bir gerçektir ki ekonomik zaferlerle taçlandırılacak siyasi ve askeri zaferler dışa bağımlı bir ekonomiyle (dış vesayet) sağlanamaz. Bu gerçeği tarihimizde en açık anlayan ve anlatan lider Mustafa Kemal Atatürk’tür. Atatürk’e emperyalistler düşman olmasın da kim düşman olsun.

Ekonomik egemenliği sağlamak amacıyla Cumhuriyet döneminde yapılan millileştirmelerle Türk ekonomisi dışa bağımlılıktan kurtarılmıştır. “1920-1938 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk budunu (ulusu) tarafından Türkler için  yönetilen tam bağımsız bir ülkedir.”

“Türkler çabuk unutur” diyen İngiliz sözünün altını bir kez daha çizdikten sonra şu soruyu sormamız kaçınılmaz olmuştur.

Hangi Türkler çabuk unutur?

Yanıt… Ulusal bilinci olmayan bireylerden oluşan toplumlar her türlü vesayete, dış etkilere ve teslimiyete açık yapılardır. Bir toplumu teslim almak için en önemli silah ondaki ulusal bilinci zayıflatmaktır. Gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Örnek mi? Uzağa gitmeye ne gerek, yakın tarihimiz bu zafiyetin örnekleriyle doludur.

Max Thornburg ve Kemal Derviş…

Yok, birbirinden farkları ikisi de dışa bağımlılığın yetkili ağızları…

Max Thornburg, Türkiye’nin lokomotif fabrikası kurmak için istediği krediyi kastederek, “Türkler böyle düşündükleri sürece dolarlarımızın ABD'de kalması daha iyi olacaktır” diyerek ve Türkiye'nin makine, uçak ve dizel motoru yapımı projelerine kesin bir biçimde karşı çıkarak, Türkiye'yi bu tür düşüncelerden vazgeçmesi yönünde adeta tehdit etmektedir. “Amerikalılar böyle düşünenleri iyi çalışma arkadaşı saymazlar.”

İşin ilginç yanı, Thornburg Raporu’nun, bir dönem Türkiye'ye kurtarıcı gibi getirilen Kemal Derviş'in, Dünya Bankası yetkilisi olarak 1978 yılında Türkiye için hazırladığı raporun hemen aynısı olmasıdır.

Kemal Derviş 1978’de yapamadıklarını 2001’de hem ekonomik hem de siyasi ölçekte başarıyla hayata geçirecektir. Dünya Bankası Başkan yardımcısı iken 3 Mart 2001’de Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na atanmıştır.

Derviş’in, 15 günde çıkarttığı yasalarla Türk ekonomisinin dışa karşı bütün direnç noktaları kırılmıştır. Dönemin koalisyon ortağı DSP’yi bölmede gösterdiği maharet ise patronları tarafından ödüllendirilecektir.

Derviş’e, 23 Ağustos 2002’de törenle CHP rozeti takılmış 3 Kasım 2002’de ise milletvekili olmuştur.

3 Kasım 2002 seçimleri Türkiye’nin, devrimle kurulan Cumhuriyet’in kırılma noktalarından biridir. Genel kurul bile yapmamış bir parti, hani şu CFR’nin memorandumunu tercüme edip de tüzükleştiren AKP iktidara getirilmiştir.

Kemal Derviş ise 9 Mayıs 2005’de milletvekilliğinden istifa edene kadar AKP politikalarını övmekle vakit geçirmiştir. Çünkü AKP'nin ekonomi politikaları, Kemal Derviş'ten kopyalanmıştır.

“Kemal Derviş neden CHP’den milletvekili yapıldı?” sorusu yanıtını beklemektedir. Hiç seçim geçirmemiş bir parti olan AKP eğer istenen sonucu alamazsa diyerek hazırlanmış bir “B” planı olasılığı bizce düşünülmelidir. Hangi büyük organizasyon vardır ki “B” planı olmasın…

“A” planı ise iki partili bir meclistir. AKP ve CHP… Gerçekten de 2002 seçimlerinde MHP baraj altında kalarak iki partili “A” planı ABD ve AB tarafından başarıyla sahneye konulmuştur.

İstenen sonuç alınıp da AKP iktidar olunca, “Kemal Derviş Başbakan, Deniz Baykal Genel Başkan” ifadeleri bir anda adeta buharlaşmış, dolaşımdan kaldırılmıştır. Türk halkı “yeni yüzlerin” peşinde DYP, ANAP ve MHP’yi baraj altında bırakmıştır.

Türkiye’de ilk “yüz nakli” ABD ve AB’nin ortak operasyonu ile yapılmıştır. Siyasetin yeni yüzü Erdoğan, yeni kimliği AKP’dir artık.

Kemal Derviş ise Türkiye’de görevini tamamladığı için, Kofi Annan’ın önerisiyle Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Başkanlığı’na atanmıştır.

Bilindiği gibi Kemal Derviş’i 2001’deki yapay krizden sonra  “kurtarıcı prens” olarak Türkiye’ye atamasını yapan küresel çetelerdir. Ancak, Kemal Derviş’in atına binenler, İsmail Cem, Hüsamettin Özkan ve Deniz Baykal bu binişin nedenlerini siyasi hatıralarında belirtseler ne güzel olur. Bu dilek İsmail Cem için havada kalmıştır, çünkü İsmail Cem 24 Ocak 2007’de vefat etmiştir. Ama Hüsamettin Özkan ve Deniz Baykal bu soruya yanıt verecek iki önemli isimdir.

Kemal Derviş, adeta kopyala yapıştır tekniği ile neden CHP’ye alınmış ve milletvekili yapılmıştır? Samimi hatıratlara ne kadar çok ihtiyacımız var bilemezsiniz. Yoksa ABD kriptolarının açığa çıkmasını beklemek zorunda kalacağız. 

Biz filmi geriye sararak İkinci Paylaşım Savaşı sonrasına dönelim.

Atatürk döneminde gerçekleştirilen ekonomik atılımlar ve bu atılımları planlayan, uygulayan ve geliştiren ulusçu kadroların tasfiyesini öngören Thornburg anlayışı, Türkiye'de sürekli bir biçimde iktidar olmuş veya oldurulmuştur. Bu iktidarların somut ifadesi olan hükümetlerin hemen tümü, anti-Kemalist politikalar yürütmüşler, Atatürk'ün Türkiye için sakıncalı gördüğü hemen her girişimi uygulamaya sokmuşlardır.

Thornburg Raporu'yla aynı anlayışa sahip olan ve Atatürk döneminde rafa kaldırılan 1800 sayfalık Dorr Raporu yeniden gündeme getirilmiş ve uygulanmıştır. 1945'ten sonra yeniden Türkiye'ye gelen Dorr'a olağanüstü ilgi gösterilmiş ve kimi hükümet üyeleri Dorr'a, “Raporun kendileri için kutsal kitap olduğunu” (!) ifade etmişlerdir.

1945'ten sonra motor ve ağır sanayi yatırımlarından vazgeçilmiş ve bu yöndeki eğilimler resmi politikadan çıkarılmıştır. Böylece Türkiye, yabancı sermayeye denetimsiz olarak açılmış; gübre ve tarım ürünleri dâhil ithalata başlanmış; yoğun olarak dış borç alınmış; NATO'ya girilmiş; Petrol Kanunu çıkarılarak petrol işletmeciliği devlet tekelinden çıkarılmış; KİT'lerin satılacağı açıklanmıştır. Dışa bağımlı uygulamaların sonucu olarak, yasadışı ilişkiler ve karaborsayla palazlanan zenginler türemiş, arazi spekülatörleri ve büyük toprak sahipleri, uluslararası şirketlerin temsilciliklerini almaya başlamışlardır.

CHP, 1947 yılında programını değiştirmiş ve Demir-Çelik Kombinaları, Genel Makine Fabrikası, Elektrolitik Bakır Kombinası gibi ağır sanayi projelerinden vazgeçildiğini açıklamıştır. MKE'nin (Makine Kimya Endüstrisi) gerçekleştirdiği ve Danimarka dâhil birçok ülkeye ihraç edilen 8 kişilik yolcu uçağı üretimine son verilmiştir.

Türkiye, Batıya bağlanmanın yeni bir aşaması olan Avrupa Birliği (o zamanki adıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu-AET) sürecine 20 yıllık anti-Kemalist uygulamalar döneminden sonra geçilmiştir.

Türkiye, 1959'da üyelik için AET'ye başvurduğunda, Atatürk'ün 1938'de bıraktığı Türkiye'den çok farklı bir yerdedir. Tam bağımsızlıktan ödün vermeyen, emperyalist bloklarla ittifak yapmayan, kendi gücüne dayanarak kalkınan ve dünyanın hiçbir ülkesine en küçük bir bağımlılığı olmayan, borçsuz ve bağlantısız Türkiye'nin yerinde; iç ve dış siyasette özgürce karar üretemeyen, açık bütçeli, sanayileşemeyen ve sürekli borçlanan bir Türkiye vardır. Ülkeyi yönetenler Batıya bağlanmaktan başka bir yolun olmadığını söylemekte, söylemleri yönünde uygulamalar yapmakta, üstelik bu uygulamaları Atatürkçülük adına (!) yaptıklarını ileri sürmektedirler.

 Emperyalizm, “sivil işgal” için bir taraftan siyasette etkin olarak ulusal ekonomiyi zayıflatarak teslim almaya çalışmakta bir taraftan da siyaseten toplumu bölmek için “Barış Gönüllüsü” yaftalı ajanları göndererek Türkiye’nin inanç ve etnik köken yapısının haritasını çıkarmanın peşindedir.

Bu dönem 21. yüzyıl Türkiye’sinde sorun olarak dayatılanların kılcal köklerinin oluşturulduğu, bölücü virüslerin kuluçka dönemidir. Bir taraftan ekonomi ve ulus bilinci zayıflatılmakta bir taraftan da o yapıyı teslim alacak virüsler özenle beslenmektedir.

Hele bir yer edeyim, gör sana neler ederim…             (Devam edecek)