Önce bir tespit yapalım:

Alevi-Sünni temelindeki inanç kavgası, Osmanlı'dan miras kaldı.

Kürt Sorunu ise o coğrafyanın 4’e bölünmesinden kaldı.

Alevi-Sünni arasındaki İslami itiraz, yıllarca süren Alevi-Sünni gerginliğinin temeli oldu.

Yaşanılan tüm toplumsal felaketler, bu gerginlik üzerine yaşandı.

Çorum, Maraş, Sivas katliamları bu gerginlik üzerine inşa edildi.

Darbelere giden yollar, bu gerginlik üzerine döşendi.

Ve siyaset, bu gerginlik üzerine oluştu.

Ve de açık konuşmak gerekirse; Cumhuriyetin "Ulus Devlet" yaratma sürecinde bir kimliğe vurgu "Kürt Sorunu"nu, Sünni İslam'a vurgu "Alevi Sorunu"nu bugünlere taşıdı.

Kaldı ki bu kimliklerin, özellikle de "Kürt Sorunu'nun, bölgenin özelliklerinden hareketle sürekli canlı tutulacağı da düşünülmedi ya da düşünülemedi.

***

Peki, bu kimliklerin kimlik kavgası nasıl söndürülebilirdi?

-Tüm farklılıkların, eşit yurttaş hissettiği bir anayasal sistemin oluşmasıyla...

-Her türlü demokratik örgütlenmenin önünün açılmasıyla...

-Feodal toplum yapısının tasfiyesiyle...

-Ve büyük bir toplumsal aydınlanma ile...

-Yani, ülkenin demokratikleşmesiyle...

Peki, öyle mi oldu? Hayır...

-Tam tersine bu örgütlenmeler, sistem karşıtı tehlike olarak görüldü.

-Aydınlanmanın üniversiteleri olabilecek "Köy Enstitüleri" kapatıldı.

-Feodal yapılar aynen korundu.

-Emeğe dayalı örgütlenmeler, neredeyse iç düşman ilan edildi.

Oysaki Türkiye Cumhuriyeti, Batı normlarına göre kurulmuştu. Batının siyasal, sosyal ve ekonomik sistemini benimsemiş, onu inşa eder olmuştu. Yani Batılı bir devlet olmayı hedeflemişti.

Ama Batıda, "Burjuva Devlet Sistemi" emek-sermaye ekseni üzerine oturmuştur. Feodal toplumun değerleri, bu sistemde erime ve yok olma sürecine girmiştir.

Çünkü sosyolojik bir realite olan emek-sermaye sürecinde, demokratik ve sınıf içerikli örgütlenmeler, özellikle inanç eksenli yapılanmaları tarihsel olarak sahneden silecektir.

Cumhuriyet döneminin belki de en büyük hatası, işte burada oldu.

"Sosyalist Sistem”in varlığından duyulan ürküntüyle, emek eksenli örgütlenmeler, iç tehdit olarak görüldü ve büyük ölçüde yasaklandı.

Öyle ki, 1 Mayıs kutlamaları bile hep toplumsal bir başkaldırı gibi algılandı ve büyük bir şiddetle bastırıldı.

Aydınlanmanın öncüsü olan, bu toplumun şairlerine, yazarlarına, aydınlarına

cezaevleri mesken yapıldı.

***

Daha da önemlisi; bu toplumun Cumhuriyet öncesi, inanç ve cemaat yapılanmasıdır.

Devralınan bu yapılanmanın, doğal olarak yeni sisteme de bir itirazı olacaktır. Ve de olmuştur.

İşte bu itirazları eritmenin, cumhuriyet değerleriyle donatmanın tek yolu, her türlü demokratik ve sınıfsal örgütlenmelerin önünü açmak olmalıydı. Ama olmadı.

Kaldı ki, "imtiyazsız, sınıfsız bir toplumuz" şeklindeki formülasyonla sınıf örgütlenmeleri yasaklandı. İşte bu yasaklılık, inanç temelli cemaatlerin yaşam alanını genişletti.

Uzun süre, baskı ve polisiye tedbirlerle önleneceği sanıldı. Oysaki bu baskı, Cumhuriyete itirazı besledi.

***

Emek eksenli, demokratik ve sınıfsal nitelikli örgütlenmelerin önü, 1961 anayasası ile bir ölçüde açılmıştı. Ama bu açılım 12 Mart muhtırası ile kısıtlandı. 12 Eylül darbesiyle de büyük ölçüde tahrip edildi, adeta yok edildi.

Ve de 12 Eylül Anayasası ile demokrasiden daha da uzaklaştırılmış, din öğretimi zorunlu tutulmuş, her türlü sosyal muhalefeti bastırmak amacıyla aşırı kutsanmış bir devlet inşa edildi.

Sonuçta demokratik muhalefetin yerini inanç ve etnik kimlikler doldurdu. İşte bugünkü kavga, bugünkü Türkiye'nin görüntüsü, bu süreçte oluştu diyebiliriz.       

Herhalde çevremizdeki gelişmelere bakarak, ne kadar tehlikeli bir sonucu hazırlar olduğumuzu da görebilmişizdir.

Peki, bu sonucun sorumlusu kim ya da kimlerdir?

Bu da 12 Eylül ile ilgili yazımızın konusu olsun.