Bu ülkede toplumsal bir barış olur mu? Bilemiyoruz ama olmalı...

Peki, bir ülkede toplumsal barış nasıl sağlanır?

-Elbette, öncelikle inançlara saygıyla, farklı kimliklerin kabulüyle...

-Tüm farklılıkların toplumsal bir zenginlik olarak görülmesiyle...

-Milli gelirin adil paylaşılmasıyla...

-Özellikle adalet ve adalet duygusunun yerleşmesiyle...

-Kısaca, demokratik toplum yapısının inşasıyla...

-Ve de elbette hoşgörüyle...

*     *     *

Ülkemizde durum böyle midir? Hayır...

Elbette bu durumu ve nedenini ve de bugünkü siyasal ve sosyal yapıyı sorgulamalıyız. Ama önceki yazılarımda da sık sık değindiğim gibi geçmişi sorgulamadan açıklayamayız.

Çünkü Türkiye’de siyaset ve de iktidar kavgası bu toplumu öyle kaşıdı, bilinçaltına öyle bir kin ve nefret tohumu ekti ki:

-Sünni toplum Alevi toplumla kardeş kardeş yaşıyoruz diyor! Ama Alevi’nin İslami kimliğini kabul etmeyerek...

-Ulusalcı bakış Kürtlerle kardeşiz diyor! Ama Kürt kimliğini kabul etmeyerek...

-Siyasi partiler, demokrasinin olmazsa olmazlarıdır deniliyor. Ama sabahtan akşama karşılıklı nefret kusuluyor.

Laik kesim muhafazakârla birlikte yaşamak istiyor, ama kendisi gibi olursa...

Muhafazakâr kesim laikle birlikte yaşamak istiyor, ama kendisi gibi olursa...

Evet, herkes toplumsal barış istiyor, ama karşıdakinin kimliğini kabul etmeyerek... İşte böyle bir toplumsal barış var bu ülkede!

Daha da tehlikelisi; uyanmış kimliklerle toplumu bir arada tutar gözüken üst kimlik bağlarının giderek zayıflar olması, devletin ve toplumun bir kimlik bunalımı ile boğuşur olması.

*     *     *

Peki, ülke neden bu duruma gelir oldu? Neden toplumsal bağlar çözülür oldu?

Çünkü:

“Sınıfsız ve imtiyazsız” bir toplum yaratmak için sosyal sınıflar...

“Laik bir devlet” yaratmak için din ve kültürel farklar...

“Tek bir etnik kökenden” gelme iddiasıyla farklı kimlikler yok sayılır oldu bu ülkede.

Ve de “kaynaşmış bir kitle” yerine adeta kutuplaşan ve çatışan “iki Türkiye” olundu.

Sonuçta bu ülkede:

-Halkından korkan bir devlet, devletinden korkan bir halk yaratıldı.

-Üstelik her türlü sosyal muhalefeti bastırmak için, yıllarca korku üretildi bu ülkede ve de korkularla yönetilir oldu bu toplum.

-Komünizm gelecek korkusu...

-Şeriat gelecek korkusu...

-Darbe korkusu...

Ve korkularla yaşamaya alıştırıldı, korkularıyla kamplara ayrıldı bu toplum. Ve de öyle ki, korkusundan korkar oldu bu toplum.

Yargı, yargıdan korkar oldu. Aydın, düşüncesinden korkar oldu. Yazar, yazdığından; şair, şiirinden korkar oldu. Ve bu korkular, toplumsal bansın önündeki en büyük engel oldu.

*     *     *

Peki, bu ülkede toplumsal barış olmaz mı, olamaz mı? Elbette olur ve de olabilir.

-Eğer yukarıda söylediklerimizin hepsi tersine çevrilebilirse.

-Eğer siyasi liderlerimizin kin ve nefret kusan ağızları kapatılabilirse...

-Özellikle Türk-Kürt, Alevi-Sünni, laik-dindar eksenine oturmuş kimlik bunalımı aşılabilirse...

-Zayıflamış ve çözülme eğilimi gösteren toplumsal bağlar, erozyona uğramış aidiyet duygusu yeniden güçlenebilirse...

-Yani, birbirini ötekileştirmeyen bir zihniyet değişimi olabilirse...

Ve de tüm bunlar, toplumsal bir sözleşme olan “anayasa” ile yeterli güvenceye alınabilirse…

Evet, elbette çok zor... Ama olması gereken bir zor...

*     *     *

Ve de diyoruz ki, artık bu ülkenin ciddi bir toplumsal barışa ihtiyacı vardır beyler.

Çünkü bu toplum gerilmekten, kamplaşmaktan, ülkenin geleceğini düşünmekten ve de geleceğe endişe ile bakmaktan yoruldu.

Çünkü bu toplum terörden, çatışmaktan, şehit cenazeleri kaldırmaktan, siyasetin karşılıklı kin ve nefret eken sözlerinden yoruldu.

Oysaki bu topraklarda, toplumsal barışın ve hoşgörünün tohumlan vardır beyler.

Çünkü bu topraklara Mevlana, Hacı Bektaşi Veli ve Yunus Emre, bugün çok ihtiyaç duyulan toplumsal bansın ve hoşgörünün tohumlarını çağlar önce ekmişlerdi.