Bazen dizeler, şiirler bilir ozanını bilmeyiz; bazen de ozanlar bilir ama o ozanların şiirlerini bilmeyiz.

Örneğin Ziya Gökalp'i hepimiz bilir, tanırız ama şiirlerinin çoğunu bilmeyiz.

Bugün köşemde, bu büyük ozanımızın, 1918 yılında yayınlanmış olan 'Yeni Hayat' adlı şiir kitabından ‘Vatan' şiirine yer verecek; diyeceklerimi de daha sonra diyeceğim.

Evet… Şöyle diyor, Büyük Ozan;

“Bir ülke ki camilerinde Türkçe ezan okunur,

Kentli de, köylü de anlar manasını namazdaki duanın,

Bir ülke ki okullarında Türkçe Kuran okunur,

Büyük küçük herkes bilir buyruğunu Huda’nın,

Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.”

… …

Dikkatinizi çekerim, yıl 1918.

Yani?

Yani bundan tam 104 yıl önce yazmış bu dizeleri...

* * *

Ulu Önderimiz Atatürk de 1932 yılında, ezanın Türkçe okunmasının dinen caiz olup olmadığını tartıştırmış; caiz olduğu belirlenince de; içlerinde Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi dönemin önemli hafızlarının da içinde bulunduğu bir komisyon kurdurarak ezanın Türkçe çevirilerini yaptırmıştır.

Daha sonra da hangi çevirinin daha uygun olduğu tartışılmış; aşağıdaki metin uygun bulunmuştur.

“Tanrı uludur; Tanrı uludur,

Şüphesiz bilirim, bildiririm;

Tanrı'dan başka yoktur tapacak.

Şüphesiz bilirim, bildiririm;

Tanrı'nın elçisidir Muhammed.

Haydin namaza, haydin felaha,

Namaz uykudan hayırlıdır. (Yalnız sabah ezanında)

Tanrı uludur; Tanrı uludur,

Tanrıdan başka yoktur tapacak.”

* * *

Bu çalışmaların sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı, 18 Temmuz 1932 tarihli bir genelge ile bu metni bütün camilere bildirmiş, ezan Türkçe olarak okunmaya başlanmış…

Ancak bu tarihten çok daha önce ilk Türkçe Ezan 30 Ocak 1932 tarihinde, Hafız Rıfat Bey tarafından Fatih Camii'nde okunmuştur.

Türkçe ezan uygulamasının ardından, Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi'nin 6 Mart 1933'te yayımladığı bir tebliğ ile İslam Peygamberi Hazreti Muhammed'e hürmet ve saygı ifade eden sözlerin yer aldığı salanın da Türkçe okunmasına karar verilmiştir.

Ancak tüm bu uygulamalar, 18 yıl sürmüş; 14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen Demokrat Parti, pek çok şey gibi bu devrimi de ters yüz etmiş; 16 Haziran 1950 tarihinde; ezanın Arapça okunmasını serbest bırakarak bugünlerin zeminini hazırlamıştır.

(Burada da bir noktaya dikkatinizi çekerim, Türkçe ezan yasaklanmamış, sadece Arapça ezan serbest bırakılmıştır.)

* * *

Ve bu düşünce ve uygulamanın öncesi…

19. yüzyılda Türkçülük hareketinin yaygınlaşıp, Türk sözcüğüne ve Türk diline önem verilmeye başlanması ile birlikte ilk olarak Sultan Abdülaziz devrinde; Ali Suavi, ezanın, hutbelerin ve namaz surelerinin bile Türkçeleştirilmesi gerektiğini savunmuştur.

Bu konuda önemli bir bilgi;

Macar Halk Edebiyatı Bilgini İgnaz Kunoş’un, 1885'te İstanbul'u ziyaret ettiği, bir süre İstanbul’da kaldığı; yıllar sonra (1926 yılında) İstanbul Üniversitesi'nde verdiği, konferansında Osmanlı İstanbul'unu anlatırken, “Türkçe ezanın, Osmanlı'da var olduğunu” dillendirdiği anlatılır.

* * *

Ve yakın tarihimizden bir bilgi.

27 Mayıs 1960 darbesi ile Demokrat parti iktidarı son bulunca; Türkçe ezanın mecburiyet olmaktan çıkarılması ve böylece tekrar Arapça ezan okunmaya başlanması, diğer bazı uygulamalarla birlikte darbe nedenleri arasında gösterilmiş ve darbenin öncüleri tarafından sertçe eleştirilmiştir.

Bu bağlamda, 27 Mayıs darbesinin öncülerinden Albay Alparslan Türkeş, darbe sonrası verdiği bir röportajda, ezanın tekrar Arapça okutulmasını "ihanet" olarak nitelemiş, "Türk camiinde Türkçe Kur’an okunur; Arapça değil" görüşlerini savunmuştur.

* * *

Ve günümüzde…

Değerli Yazar, Soner Yalçın da “Farsça oluyor da Neden Türkçe olmuyor” adlı yazısında şöyle demektedir.

“…Arapça sandığınız pek çok kelime, aslında Farsça…

Namaz, Arapça değil, Farsça... Oruç, Arapça değil, Farsça...

Abdest, Arapça değil, Farsça... Peygamber, Arapça değil, Farsça...

Müslüman, Arapça değil, Farsça... Huda, Farsça... Rabbena, Farsça... Sahabe, Farsça... Mevla, Farsça... Hoca, Farsça... Molla, Farsça... Derviş, Farsça... Pir, Farsça... Dergah, Farsça... Çile, Farsça... Türbe-türbedar, Farsça... Ney, Farsça... Niyaz, Farsça... Günah-Günah harkâr, Farsça... Kâfir, Farsça... Beddua, Farsça... Şakirt, Farsça... Külah, Farsça... Postnişin, Farsça... Keramet, Farsça... Tespih, Farsça... Kehribar, Farsça... Lüle, Farsça... Çarşaf, Farsça... Tülbent, Farsça... Kaftan, Farsça... Takke, Farsça... Muska, Farsça...

… …

Yani neymiş?

İslam'ı yaşarken-anlatırken kullandığımız sözcüklerin çoğu Arapça değil, Farsçaymış.

Peki, Farsçaya ses çıkarmayan malum çevreler; konu Türkçe olunca, neden sert tepki gösteriyor?

Çünkü İslam dili ile Türk dilinin yan yana gelmesi bu çevreleri rahatsız ediyor.

Çünkü İslam dilinin Türkçeleşmesinden korkuyorlar.

İbranice ‘Rab’ dersiniz sesleri çıkmıyor; Türkçe ‘Tanrı’ dediniz mi ortalığı yıkıyorlar.

-Vay efendim, sen nasıl Tanrı’m’ dersin!

- Ya ne diyecektim?

Sen Arap ya da Arap yanlısı olabilirsin; ama BEN TÜRK’ÜM, TÜRKOĞLU TÜRK… Dilim de Arapça değil, Türkçe…”

* * *

Evet, Değerli Hemşerim Soner Yalçın üstat da bu konuda böyle demektedir.

Nokta…