Günlerce konuşuldu, yazıldı; yine konuşulmakta, yine yazılmakta.

Günlerce yazılı, görsel ve sosyal medyada gündem oldu; yine olmakta.

Günlerce siyasilerin iç politika malzemesi oldu, yine olmakta. Ve de olaya herkes kendi siyasi meşrebine göre bir bakış oluşturdu, yine oluşturmakta.

Konu; 9 Ekim 2019 günü başlatılan “Barış Pınarı Harekâtı”na denk gelen, ABD Başkanı Trump’un Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yazdığı 9 Ekim 2019 tarihli mektup idi.

-Mektupta uygun olmayan ağır ifadeler var mıydı? Vardı.

-Ve bu ifadeler, sineye çekilecek gibi miydi? Değildi.

-Ve de bu ifadeler, yenilir yutulur cinsinden miydi? Değildi.

Elbette bu ağır ifadeler, görünüşte Erdoğan’a yönelik idi ama dolaylı olarak Türkiye yönetimine, daha genel olarak Türkiye’ye idi.

Sonuçta Cumhurbaşkanı Erdoğan ABD’ye gitti. 13 Kasım günü Trump’la görüştü. Mektubu “takdim ettim” dedi. Oysaki en azından “iade ettim” demesi gerekirdi. Çünkü orada yalnız kendi temsil edilmiyor, Türkiye temsil ediliyordu.

Yine de bu görüşmelerle tansiyon düşmüş görünür oldu. Acaba gerçekten oldu mu?

* * *

Aslında görmemiz gereken asıl sorun:

-ABD Başkanı’nın böyle bir mektubu yazabilmesidir.

-Bir ABD Başkanı’nın, bir devlet başkanına bu tip ifadeleri kullanabilmesidir.

-Yani bir ABD Başkanı’nın Türkiye yöneticilerini tehdit edebilmesidir.

Elbette ABD’den gelen bu tehdit, ilk de değildi.

-5 Haziran 1964’te Başkan Johnson’un İnönü’ye mektubu ile Kıbrıs için Türkiye tehdit edilmişti. Buna karşılık İnönü “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye yerini bulur” demişti.

-Ve yine ABD Savunma Bakanı Vekili’nin, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a yazdığı mektupta, S-400’ler için içi tehdit kokan ifadeler kullanılmıştı.

* * *

Peki, böyle bir mektubun ya da mektupların yazılabilmesinin kaynağı nedir?

-Bu kaynak, soğuk savaş döneminde Batı Blok’una teslim olunmasıdır.

-Bu kaynak, 1950’de başlatılan “Küçük Amerika” olma sevdasıdır.

-Bu kaynak, NATO’ya girilmesidir.

Bunun için 25 Haziran 1950’de Güney Kore’ye 4500 kişilik bir tugay gönderilmişti. Ve bu savaşta resmi kaynaklara göre 721 şehit, 175 kayıp, 2147 yaralı, 234 esir, 348 hasta ile bir bedel ödenmişti. Tek amaç, NATO’ya girebilmek için ABD’nin referans vermesini sağlamaktı. Sonuçta ABD referansıyla 18 Şubat 1952’de NATO’ya üye olunmuştu.

-Ve bu kaynak, kuruluştaki “tam bağımsızlık” ilkesinin bırakılıp Türkiye topraklarının ABD üsleriyle doldurulmasıdır.

Nitekim 1954’de ABD ile yapılan ikili anlaşma gereği, ABD’nin Türkiye’de üs kurma ve asker bulundurmasının önü açıldı. Başta İncirlik olmak üzere, Anadolu ABD üsleriyle dolduruldu. 1957’de Amerikan güdümlü füzeleri yerleştirildi.

Nedeni, kuzeyden gelecek Sovyet tehlikesi idi. Çünkü başta ABD olmak üzere Batı, Türkiye’ye sürekli bu tehlikeyi işlemişti.

-Ve de bu kaynak, ordunun NATO’ya, ekonominin İMF ve Dünya Bankası’na, siyasetin de ABD’ye teslim edilmesidir.

* * *

İşte böyle başladı, Türkiye’nin ABD güdümüne girmesi.

-Soğuk savaşın ilan edilmesinin ardından 1948’de Marshall yardımlarıyla adım atan…

-1960’lı yıllarda ne idüğü belirsiz “barış gönüllüleri” ile eğitim dünyasına giren…

-1971’de Anadolu’da “haşhaş” ekimini yasaklatan…

-1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın yapılmasına ve 1974’de haşhaş yasağının kaldırılmasına karşı ambargo uygulayan...

-Ermeni soykırım iddialarıyla Türkiye’yi sürekli baskı altında tutan…

Ve Anadolu topraklarını üsleriyle dolduran ABD’nin güdümüne, böyle girdi Türkiye.

* * *

sorun bitmiş ve çözülmüş de değildir. Ve de çözülecek gibi de değildir. -Özellikle bilinmelidir ki, emperyal bir ülkenin çıkarları mazlum ülkelerle sürekli çatışmalıdır. İşte kurucu irade bunun için, “tam bağımsızlık” demişti.

Türkiye siyaseti, siyasetini bunun üzerine inşa etmeli idi.

Ama olmadı.

-Ayrıca bu konu, iç politikada siyasi kavga için kullanılacak malzeme de değildir.

Çünkü bu konu, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 1950’den bugüne, yani 70 yıldır ABD’ye teslim olan siyasetin bir sonucudur.

Ve bugün ülke yönetimine kim gelirse gelsin benzer durumla karşılaşacaktır.

Eğer bağımsızlıkçı bir tavır alınmaz ise…

Nitekim bugün bu mektupla verilen mesaj:

-ABD’nin bölgesel siyasetinin Türkiye’ye bir kez daha yansıtılmasıdır.

-Türkiye’de yükselen bağımsızlıkçı öfkenin siyaseti zorlamasının önlenmesidir.

-Ve de bölgesel oluşumlarda Türkiye’nin daha belirleyici olmasının önünün kesilmesidir.