İnsanın bireysel ve toplumsal gelişiminin bir ayağı merak/bilim, diğer ayağı ise sanattır. Öyle ki insan, yakın çevresinden başlayarak öğrendiklerini, bilgi birikimini geleceğe taşırken (yazı) kendini, dünyayı ve evrenin sırlarını keşfetmeye çalışmıştır. Sanat sayesinde ise düne, güne ve geleceğe aynalar tutarak hem kendini, hem de toplumu algılayarak tanıma olanağı bulmuştur.

İnsanı “toplumsal bir varlık” olarak tanımlayan Sokrates (MÖ 469-399) ekler, “Bunun bilincinde olan tek canlı da insandır.”

Hâlini ve haddini bilmek…

Bir deyiş vardır. “Sen seni bil sen seni… Sen seni bilmez isen patlatırlar enseni…” İnsanın zaman yolculuğunda, doğudan batıya, hâlini ve haddini bilmenin yalın anlatımlarından biridir bu deyiş.

Toplumsal yapılar kendi içinde çok katmanlı bir karakter gösterirler. Toplumsal yapılanmada iki ana kat; üretim tarzı ve ilişkilerinden oluşan altyapı ile hukuk, siyaset, sanat ve dinden oluşan üstyapıdır. Bu iki yapı arasında aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya bir etkileşim söz konusudur.

Eflatun(Platon) (MÖ. 427-347) “Devlet”  adlı yapıtında toplumsal yapıyı şöyle ifade etmiştir. Yöneticiler altın; askerler gümüş; işçi, çiftçi ve zanaatkârlar ise bakırdır. Eflatun bu sınıflandırmayı yaparken altınlar arasında gümüş ve bakırların, bakırlar arasında da gümüş ve altınların çıkabileceğini göz ardı etmemiştir.

“Kendini bilme” kavramı ilk bakışta kolay ve basit gibi görünse de kendini bilmeyi başarmak zorlu bir süreçtir. “Kendini bilme” bireyselden toplumsala genişleyen bir açıdır; hem bireysel, hem de evrensel bir erdemdir.

“Kendini bilen” bir toplum olabilmek, bir bireyin kendini bilmeyi içselleştirmesinden çok daha zorludur. Mevki, makam, servet hırsından arınmış “Ben” demeyen, gücünü ve yetkilerini toplum yararına kullanan yöneticiler. Ya da tersi… İşte zurnanın zırt dediği yer…

Çözüm ve/veya çıkış mı dediniz?

Her şeye karşın “kendini bilen” insanların boyun eğmeden aklı, doğruyu/gerçeği savunabilmelerinde saklıdır.

Bu noktada aydınlara düşen görev evvel emirde kendileri ile yüzleşerek hayata bakmalarıdır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun şu sözleri aydının kendisiyle yüzleşmesinin seçkin örneklerindendir.

Kurtuluş Savaşı öncesi Anadolu insanıyla bir diğer deyişle toplumuyla, halkıyla ve kendisiyle yüzleşen bir aydının samimi ifadesidir bu sözler…

“Bunun sebebi Türk münevveri, gene sensin! Bu viran ülke ve yoksul insan kütlesi için ne yaptın? Yıllarca, yüzyıllarca onun kanını emdikten ve onu bir posa halinde kara toprağın üstüne attıktan sonra, şimdi de gelip ondan tiksinmek hakkını kendinde buluyorsun. Anadolu halkının bir ruhu vardı, nüfuz edemedin. Bir kafası vardı, aydınlatamadın. Bir vücudu vardı, besleyemedin. Üstünde yaşadığı bir toprak vardı, işletemedin. Onu hayvani duyguların, cehlin ve yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın. O, kara toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti. Şimdi, elinde orak, buraya hasada gelmişsin. Ne ektin ki ne biçeceksin? Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ayaklarına batacak. İşte her yanın şerha şerha kanıyor ve sen acıdan yüzünü buruşturuyorsun. Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun. Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir.”  

Bugüne dönersek Türkiye’nin geldiği noktada, yaşanan bunca acıda halkı suçlamak yerine kendisiyle yüzleşmesi gerekenler aydınlardır.