Çok uzun bir başlık oldu ama öyle gerekti.

Muhafazakârlığı kısaca "tutuculuk" olarak tanımlıyor Türk Dil Kurumu. Yani genellikle değişime karşı olmak.

Muhafazakârlık kaç türlüdür bilmem ama Türkiye'de iki türü çok net görülüyor; Siyasal muhafazakârlık ve İslâmi muhafazakârlık.

Resmi ideolojiye aşırı bağlı, devletçi refleksi yüksek, değişen dünya, bölge ve ülke gerçeklerine uygun sosyal ve siyasal çözüm üretmeyen, kısaca bu konulardaki değişimlere az da olsa direnen anlayışa siyasal muhafazakârlık diyebiliriz Örneğin Kürt realitesini ve Kürt sorununu kabul edip çözüm üretmemek gibi... Alevi sorununu kabul edip çözüm üretmemek gibi...

Yaşam biçimini daha çok dini referanslarla dolduran, modernleşmeye kuşkuyla bakan, sosyal yaşamında modernleşmeye uzak duran anlayışa da İslâmi muhafazakârlık diyebiliriz Örneğin Türkiye'nin çağdaş olduğunu kabul edip kılık kıyafette direnilmesi gibi... Türkiye'nin laik olduğunu kabul edip din eğitiminin zorunlu olmasına evet demesi gibi...

Türkiye'de gündemde tutulan ve tartışma konusu olan ise İslâmi muhafazakârlıktır. Aslında İslâmi muhafazakârlığın siyasallaşmasıdır. Bu nedenle yazı içinde kullanacağımız muhafazakârlık terimi İslâmi muhafazakârlık anlamında anlaşılmalıdır

Hilafeti de bünyesine alarak 600 yıldan fazla imparatorluk geçmişi olan bir toplumun bu anlamda muhafazakâr olması kadar doğal bir şey yoktur.

Cumhuriyet, tabanın talebi olmadan tavandan tabana doğru böyle bir toplumun üzerine inşa edildi..

Cumhuriyet ve reformlar, o dönemde % 80'i kırsal kesimde yaşayan, okuma yazma oranının %5 bile olmadığı Anadolu halkına yeterli ölçüde ulaştırılamadı ve de anlatılamadı.

Ama ulaştırıldığı ve anlatıldığı sanıldı.

Doğal olarak hem cumhuriyet, hem de reformlar yer yer itirazlarla karşılaştı. Bu itirazlar özellikle bazı siyasi eğilimler tarafından da siyasal alana malzeme yapıldı..

İşte gördüğümüz siyasallaşan muhafazakârlığın maddi koşulları bu itirazlarla beslendi.

Tarıma makinenin girmesiyle kırsal nüfus kentlere akın etmeye başladı. Ancak siyah-beyaz Türk filmlerinde.. gördüğümüz gibi Haydarpaşa garında trenden inen vatandaşımız yalnız yatağını getirmedi.

Köydeki tüm değerlerini, müziğini, fiziğini, dinini, imanını, davulunu, zurnasını, tüm gelenek ve göreneğini, tarikatını, cemaatini, Alevi ise Aleviliğini, Sünni ise Sünniliğini de getirdi.. Yani tüm geleneksel değerlerini ve cemaat kültürünü kente taşıdı. Ve kentlerdeki cemaat kültürü ile birleşti. Zaten genelde hâkim olan değerler de cemaat kültürüydü.

Tüm bunlara ek olarak kentin ürkütücü görüntüsü akrabalık, hemşerilik ve inanç birliği duygularını daha da yoğunlaştırdı.

Bir ölçüde kendini resmi devletin baskısı altında hisseden kentteki muhafazakâr kesim daha büyük bir kitle haline geldi.

Kente inen Anadolu insanı geleneksel kültürüyle kent sokaklarında ortaya çıkınca toplumun muhafazakârlaştığı sanıldı. Oysaki toplumsal hayata hakim olan değerler zaten muhafazakâr yaşam biçimiydi.

Cumhuriyet ve laiklik vurgusunu yüksek sesle yapanlar başta olmak üzere, hiçbir siyasi hareket kentlere yerleşmek zorunda kalan Anadolu halkına önderlik yapacak hiçbir proje geliştiremedi. Tam tersi, kentlerin neredeyse % 80'ini oluşturan kent varoşlarının insan kaynağı olan bu halk, siyasi nedenlerle oy deposu olarak görüldü. Bu nedenle de yoğun bir şekilde yoksulluk edebiyatı yapıldı. Ve de halen yapılmakta!

Bu konuda devlet yönetmeye talip olanlarla yönetime gelenlerin hiçbirinin birbirinden farkı olmadı.

Türkiye sağının ve Türkiye solunun ve de Türkiye aydınlarının en büyük yanılgısı 600 yıllık bir imparatorluk geleneğinden gelen bu toplumun batı tipi bir modernleşmeye hemen uyum sağlayacağını sanmasıdır.

500 Yıl önce Rönesansını yaşamış batı toplumunun normlarına, Rönesansını yaşamamış bir toplumun hemen uyum sağlayacağım sanmak bir aydın görüşü olmaması gerekir.

Sonuçta zaten muhafazakâr olan bu toplum kendi gelenekleriyle baş başa katınca bir taraftan siyasi reflekslerini yükseltmeye, diğer taraftan yeni bir toplumsal kimlik kazanmaya başladı.

İşte bu nedenle başlıktaki 1 satırın değil, 2.satırın sürecini yaşamaya başladık. Ve bu süreç cumhuriyet ve laiklik refleksleri yüksek olan kesimi hakh olarak endişelendirdi.

Bugün Türk sağı da, Türk solu da 87 yıllık cumhuriyet süreci İçinde bu sosyolojik realiteyi göremedi ya da görmedi. Ki, toplumun modernleşmesine önderlik yapamadı. Ayrıca, zaman zaman kullandığı terminoloji ile de bu toplumun inanç dünyasını büyük ölçüde hırpaladı.

Kentlere yerleşse dahi tarım toplumunun değer yargılarını terk edememiş bir toplumun modernleşmesine önderlik yapmak bu kitleyi hakir görmek olmamalıdır. "Göbeğini kaşıyanlar", "ilkel", "gerici" gibi tabirlerle aşağılamak hiç olmamalıdır. Sonuçta bu insanlar bizim insanımızdır.

Yapılması gereken önce bu sosyolojik sonucu oluşturan toplumsal gerçeği doğru okumaktır. Ve siyasi muhafazakârlığı terk etmektir.

Görülecektir ki bu toplum kendi dinamikleriyle değişecek, toplumsal ve siyasal barışın yollan daha kolay açılacaktır..