Evlenme çağını çoktan aşmış kadim dosta, her birlikteliğimizde söylediğim tekerlememi, yine söyledim...

“Evlen artık oğlum, evlen!... Evlen de mürüvvetini görelim...” dedim...

O da her zaman yaptığı gibi; el sallamakla karışık, manidar bir gülümsemeyle konuyu (yine) geçiştirmeye çalışınca, (inadına) üsteledim bu kez... “Evlen!... Evlen artık... tohuma kaçıyorsun...”

Güldü...

Daha doğrusu ‘güler’ gibi yaptı...

Alnı kırıştı, yüzü asıldı...

“Maddi, manevi her türlü olanağım olmasına karşın; ben, ‘geleceğimizi’ iyi görmüyorum... Kendim için değil, evlenecek olursam eğer, dünyaya getirmek zorunda kalacağım çocuğum (veya çocuklarım) için korkuyorum...” dedi...

Ürperdim..

Ürperdim, çünkü benim düşüncelerimi dışa vurdu...

Bir süre konuşmadı...

Daha doğrusu ben yanıt vermeyince, O da sustu...

Birbirimizin yüzüne bakmadan, önümüzdeki boş çay bardaklarını karıştırdık...

Sonra devam etti...

“ Müdürüm, ben Ülkemi çok seviyorum... Hatta benimki, sevmekten de öte bir şey... Ne zaman yurt dışına çıksam, üç beş günden fazla kalamıyorum... Oysa biliyorsun, bu süreyi uzatmak için her türlü olanağım var... Ama olmuyor, yapamıyorum... Bu topraklar mıknatıs gibi çekiyor beni... Bu gidişlerin en çok, ‘dönüşünü’ seviyorum... Dönüş için uçağa bindiğim zaman, dünyalar benim oluyor sanki... Çocuklar gibi içimi tarifi mümkün olmayan sevinç dalgaları sarıyor...

Ama...

Ama uçak havalandıktan sonra hostesler, Türkiye gazetelerini dağıtmaya başlamıyorlar mı; işte o an, bütün direncim kırılıyor... Sıla özlemim ve de bütün şevkim, yerini korkuya bırakıyor...

O lânet gazeteleri, okumamak için direniyorum ama olmuyor... Biliyorum ki, yine bozulacak ruh halim...

Ama yine de iyi bir haber okuyabilme umuduyla, büyük bir umutla sarılıyorum o lânet gazetelere...

Ellerim titreyerek, yüreğim oynayarak çeviriyorum sayfaları...

Her seferinde de her okuyuşumda da ruhum kararıyor, midem bulanıyor... (Hele de gezip gördüğüm ülkelerin; huzur ve refah düzeylerine yakından tanık olunca...)

İşte o an uçağın kapısını açıp, paraşütle aşağıya atlayasım ve indiğim ilk ülkeye iltica edesim geliyor...

Bu nasıl bir duygu, bu nasıl bir ‘panik ataktır’ bilir misin Müdürüm?...

İşte ben hep, bu lânet fobiyle birlikte yaşadım ve yaşıyorum...

!!??...

Bana, bütün dünyada petrol fiyatları düşerken, tam aksine (bizdeki gibi) petrol fiyatları artan; akıl almaz nedenlerle dolar kuru yükselen bir başka ülke gösterebilir misin? Böyle bir ülke olabilir mi?

!!!!...

Böyle bir ülkede, ben evleneceğim de ne olacak!?... Sen evlendin de ne oldu?... Sen şimdi çocuklarının, ‘mutlu’ olduğunu mu sanıyorsun?... Onların, ‘baba/ana ne iyi ettiniz de bizi dünyaya getirdiniz’ dediğini veya diyeceğini mi sanıyorsunuz?... ”

Sustu...

Oturduğu koltuktan kalkıp, bir süre bürosunun penceresinden caddeyi izledi... Sonra dönüp, masasının üzerindeki günlük gazeteleri masaya sertçe yayıp; “bak!...” dedi, “Bak!... Bak şu fırıldak gibi, fırıl fırıl dönen milletvekillerine... Bir gün başka, ertesi günü başka konuşan sözde liderlerinin hem dünkü konuşmasını, hem de dünkü konuşmasının tam aksi söylemleri içeren bugünkü konuşmasını ayakta alkışlıyorlar.

Bak!.. Bak, daha üç ay önce iktidar partisi genel başkanı için demediğini bırakmayan; sonra da onunla işbirliği yapan genel başkana…

Bunlar mı kurtaracak ülkeyi!?

Diploması olmayan bir Cumhurbaşkanı tarafından yönetiliyoruz. Hiç kimse müdahale edebiliyor mu?

Adam bağırta bağırta Atatürk’ün mirası Orman Çiftliğini işgal etti, etmeye de devam ediyor.

Hani nerede hukuk! Nerede kanun, kitap, anayasa?

“TC” yi, “Andımızı” kaldıran, “Ulusal Marşımızı tartışmaya açan” bir iktidar, bu eylemlere alkış tutan, sözde milliyetçi, koltuk değneği bir parti….

Eller uzayda cirit atar, Mars’ta koloni kurma çalışmaları yapar iken; bu çağda (hâlâ) tarikatların, cemaatlerin egemen olduğu bir ortamda yaşıyor, yaşatılıyoruz…

Tarikat yurtlarında tecavüz olaylarının yaygınlaştığı bir dönemde; bu tecavüzleri, “bir kereyle bir şey olmaz” diye yorumlayan bir bayan bakanı oldu bu ülkenin… Bir bayan, hem de aynı zamanda anne olan bir bayan söyledi bunları…

Böyle bir şey olabilir mi?

(…)

Yazboz tahtasına çevrilen bir eğitim sistemi… 137 ülkenin eğitim kalitesine göre değerlendirildiği bir araştırmada, 99’uncu sırada yer alan; Pakistan ve Endonezya’nın bile gerisinde kalan bir Türkiye…

18 adası, 18 vatan toprağı Yunanistan tarafından çatır çatır işgal edilen; bu işgale karşı sesi çıkmayan bir iktidar ve bir muhalefet… Daha da acısı, bu işgaller karşısında sus pus oturan bir HALK…

Pekii böyle bir şey olabilir mi?

Dağ taş beton oldu, olmaya da devam ediyor.

Ormanlar yakıla yakıla yeni turizm alanları açılıyor. Olmaz olsun böyle turizm…

Nerde bu çevreciler? Nerede yasalar? Nerede Hukuk?

(…)

Ülkenin önünü tıkayan, çocuklarımızın, torunlarımızın geleceğini körelten siyasilerin ve de bu malum zihniyetin egemen olduğu böyle bir ülkede, bana ‘evlen de, çoluk çocuğa karış’ diyorsun... Sen (veya sizler) bir vebali sırtlamışsınız, benim de aynı vebali sırtlamamı istiyorsun(uz)...

Hani bir şarkı var ya... sen de söylersin ara sıra ... ‘Titrerim mücrim gibi, baktıkça istikbalime’ diye... İşte aynen öyle... Ben gelecekten, ben geleceğimden korkuyorum arkadaş...

Ben geleceğe, ‘katilim/katilimiz’ gözüyle bakıyorum... Ben bu koşullarda, nasıl evlenip de çoluk çocuğa karışayım... Benim bile korkup, titrediğim bir ortamda, nasıl yuva kurayım?!... Böyle bir ülkede; o masum sübyanların vebalini, nasıl üzerime alayım?...” dedi

Sustum kaldım...

Suçluluk karmaşası sardı tüm bedenimi...

Söyleyecek bir söz bulamadım.

Ayırdında olmaksızın aptalca sözler döküldü dilimden...

“Fenerbahçe...” dedim... “Bu Fenerbahçe’yi ancak yerli bir teknik direktör düzlüğe çıkarabilir…”

!!??...

Böyle durumlarda bana bir haller oluyor, nedense...

Nutkum tutuluyor...

Saçmalıyorum…

(*)mücrim. Suçlu, katil, katilim