Dr. Rifat Patır, her zaman başarılı olmak için çok çalışmak gerektiğini; çalışarak her hedefine ulaştığını söylüyor. Mesleğine çok değer verdiğini; arkadaşlığın, mütevazi yaşamanın önemini vurguluyor. Özellikle de hekimlikte hasta ile hekim arasında para meselesi olmamalı diyork. Ki, kendisi de paraya hiç önem vermemiştir. Kendisi de görmüştür yokluğu yoksulluğu, yaşamın ağır koşullarını. O, para yerine seyahat ederek hareketli olmayı; ağaç yetiştirip budamayı; doğa ile iç içe olup fotoğraf çekmeyi; müzik dinlemeyi; okumayı yazmayı, araştırma yaparak hastalarına çare bulmayı seviyor ve bunlarla mutlu oluyor. Dostları ile bir arada olup sohbet etmek onun vazgeçilmez mutluluğudur. Bunların yanısıra da, bu konularda köşe yazıları yazıyor.

1953-1954 yıllarında Çorum’da Türk Musiki Cemiyetini kurmuştur. Bugün Kartal Tepe’deki Kartal Yuvası’nda her türlü müzik koleksiyonundan arzu ettiğiniz müziği dinleyebilirsiniz. Yurdumuzun ve şehirlerinin görüntülerinden oluşmuş, kendisinin çektiği kartpostal güzelliğindeki fotoğraf albümlerinden istediğinizi alıp bakabilirsiniz.

Dr. Rifat Patır, ‘sanatı ve sanatçıyı sever’ diye defalarca dillendirdik. Çünkü, gittiği her yerde o ilk defa müzelerin yerini sorup öğrenmek olmuştur. Kültür Turizm Müdürlüğünün yayın organı dergi için yapılan röportajda ‘Sanata dair’ sorulan soruyu şöyle yanıtlamıştır:

“Sanat, insanların yaşadıklarının belli şekillerde yeniden hayata geçirilmesi diye tarif edilir. Bu, mimaride, resimde, müzik ve şiirde olur. Herkes gibi ben de resmi, büyük mecmuaların ilavelerinde görürdüm. Hayat mecmuasının bu tür tablolarını alıp saklardım. Ve en büyük boy resim bunlar zannederdim.

1970 yılında Londra’da Milli Resim Müzesine gittim. Nelson Meydanı’nda saray gibi bir bina idi. İçimden resim için bu kadar büyük bina ayırmaya ne lüzum var, diye geçti. Ancak içerideki resimleri görünce hayretten şaşkına döndüm. O zamana kadar duymadığım yüzlerce ressamın binlerce tablosunu saatlerce hayranlıkla izledim, gezdim, bitiremedim. Duvarlarda şaşkınlıkla izlediği çok büyük tablolar vardı. Fotoğraf makinesinin görüntülediklerinin bunların yanında pek basit kaldığını farkettim. Çok değişik içerikli resimler vardı. Resim sanatı konusunda ufkum Londra’da açıldı. Daha sonra gittiğim her yerde müzeleri aradım.

Amsterdam’da Rembrent ve yanındaki Van Gogh müzelerini gezdim. Paris’te Louvre ve Radin müzelerini gördüm. Floransa’daki Medicilerin, Bariçellerin müzelerini; Vatikan’daki müzeleri ve Madrit’teki Goya ve Pikasso müzelerini hayranlıkla gezerken insanların ne kadar güzel eserler yapabildiğine bizzat şahit oldum.

Bende başlayan bu müze aşkıyla gittiğim her yerde ilk işim müzelerin yerini öğrenmek oluyordu. Washington ve New York’ta resim müzelerini, Coğrafya, Tarih, Tabiat müzelerini gördüm. Bunların her biri saray büyüklüğündedir. Mesela Tabiat Müzesinde dünyada ne kadar hayvan (kuş, böcek, memeli, denizlerde yaşayan) varsa, bunların resmini değil, içlerini doldurarak canlı gibi görüntülerini koymuşlar vitrinlere. Başka bir bölümde dünyadaki insan topluluklarının her birini yöresel iş yapar haliyle yerleştirmişler. Eskimolardan tutun da Araplara, Zencilere, Çinlilere, Moğollara kadar her çeşit insan var. Öyle mükemmel müzeler yapmışlar ki hayran olmamak mümkün değil.

Sanatın ‘ben buradayım’ dediği yerler Avrupa’da. Rönesans’tan sonra Avrupalı liderler adeta güzel sanat eseri yarışmasına girmişler. Bunun neticesi olarak da Avusturya Macaristan’da bestekarlar birbirinden güzel eserler vermişler. Brams, Schuman, Paganini, Beethoven, Mozart, List ve Strauslar bu bölgenin ölmezleridir. İtalya’da Verdi, Paccini fırtınalar estirmişler.

Bizde zevk sahibi kimseler evlerinde kuş, kartal, kurt, aslan heykelcikleri bulundurur; bahçelerini bunlarla süslerler. Roma, Paris, Prog, Floransa ve Viyanalılar ise muhteşem heykellerle evlerini değil şehirlerinin caddelerini, meydanlarını süslemişler. Heykelsiz meydanları yok. Meydanlara milli kahramanlrın heykellerini koymuşlar. O bölgede böyle bir kahraman yoksa aslan heykelleri ya da yangında üç beş kişiyi kurtaran köpek heykelleri meydanı süslüyor. Roma’daki çeşmelerin her biri etrafı heykellerle süslü şaheserlerdir. İnsan, çeşme mi yoksa çevresindeki heykeller mi güzel; ayırt etmekte zorlanıyor. Muhteşem opera binalarının içinde ve etrafında bestecilerin, artistlerin heykelleri var. Sarayların, büyük binaların girişleri, pencere kenarları büyüklü küçüklü bu tür sanat eserleriyle dolu.

(SÜRECEK)