Geçtiğimiz ay onbeş gün Kargı’da kaldım. Ilgaz ve Canik Dağlarının arasına sıkışmış bu Kızılırmak kasabası; doğup büyüdüğüm, ilk gençliğimi yaşadığım, asla kopamadığım, düşünce dünyamı bile hala besleyen bir gönül mekanı benim için.
İstanbul’dan sonra buralar, tüm Anadolu kasabalarında olduğu gibi sanki zamanın fren yaptığı hissi veriyor insana. Küçük telaşeler olsa da, acele pek yok buralarda. İş ve zaman planlaması da nadiren göze çarpıyor. Yaşam, doğal takvime göre işliyor; Yağmurlar başlamadan çeltikler ekilecek, Kızılırmak’ın bulanık sularıyla sulanacak, otu ilaçlanacak, kurak sezon geçirip sararacak ve nihayet biçilecek. Ekim yapılırken, bu yıl ne kadar pirinç ithal edileceği, iç piyasada ne miktarda çeltik ekimi yapıldığı, dolayısıyla pirinç fiyatlarının maliyetleri karşılayıp karşılamayacağı gibi bir sorunu yok üreticinin. O, en az altıyüz yıldır, ataları tarafından hiç durmaksızın pirinç tarımı yapılan ovasına, başka bir ürün ekmeyi hiç düşünmemiş. Devletin de, buralara alternatif tarım getirmek gibi bir derdi yok zaten. Öyle ki, bir Norveç firmasının yapım ve işletmesini üstlendiği Kargı HES devreye girdiğinde, ilçeyle birlikte, bir belde ve onlarca köyde, yüzyıllardır yapılan pirinç üretiminin sonlanacağı konuşuluyor. Halkta hiç panik yok. İtiraz bile etmiyorlar.
Belediyeden yapılan anonslardan, ekonomik faaliyetleri anlamak mümkün;
“...Manav Şaban’a salçalık domates gelmiş olup, evlere servis yapılmaktadır.’’
“Kütüphanenin yanına, belediyemiz tarafından pekmez toprağı getirilmiş olup, dileyenler ücretsiz alabilirler...’’
Türkiye’de mevcut her türlü sebzenin yetiştiği bu kasabanın tarlaları boz dururken, Tokat’tan gelen domatesle ‘organik’ salça yapıyor halk. Sulanabilir binlerce dönüm verimli arazi, kargaların diktiği cevizlerin işgali altında.
Sabah erkenden uyandırıyor annem.
-Kalk ceviz silkelenecek.
Mecburen kalkıyoruz. Benim, ağaca çıkmama olanak yok. Zira; ilçede her yıl birkaç kişi, cevizden düşüp sakat kalıyor. Ama, kendiliğinden de yetişse, ürünün dalında kalması da annemin içine bir türlü sinmiyor. El mecbur, yetmiş liralık ceviz için yüz lira yevmiyeye işçi tutulup yola düşülüyor. ‘Allahım adam düşmesin’ dualarıyla, cevizler sincaplardan kaçırılıyor.
Akşam eve yorgun dönmek kâr etmiyor. Domatesler, salça kazanlarına doğranmalı. Kızlarla elimize bıçakları alıp, koyuluyoruz işe. Kızların ilk salça yapma denemeleri bunlar. Bu işler onlara pek eğlenceli geliyor. Doğa’ya, eline kocaman bir bıçak aldığı için ilk kez kızmıyorum.
Domatesleri kazana doğrarken çekilen bir fotoğrafımızı, facebookta paylaşıyorum. Yorumlardan birisi Ankara’lı avukat Nihat’tan : 
-Birgün bir burjuva çocuğu hakim ya da savcı olmak isteyecek, o gün herşey yoluna girmiş demektir, en azından yargı devlet yapısından.
Yazının anlamını hemen çözmek tam olarak mümkün olmasa da, Demokrat Yargı ‘dan Yargıç Faruk Özsu’nun yazdıkları geliyor aklıma. Faruk da “Türkiye ’deki yargı sorununun, dünyada olduğu üzere, yargı-siyaset- ekonomi alanları arasındaki ilişkiden çok, taşraya dair bir sosyolojik temele sahip olduğu. Bizce, yargıya hakim olan taşra kültürünü fark etmeden edilen her kelâm anlamsızdır. Yargıçlardaki bu kültürel ortaklık, tüm ideolojik, etnik ve kültürel farklılıklarına rağmen, ortak bir refleks üretmelerini sağlıyor. İşte bu, ortalama yargıç tipi demek olan ‘hakim vasatı’dır. 
Yargıçlar, taşranın yoksul ailelerinin çalışkan çocuklarıdır. Üniversite hayatı adına tek yaşadıkları, tuğla gibi kitaplarla geçirilen uykusuz geceler ve benzer çevreden gelen gençlerle kurulan cemaatik ilişkilerdir. Erken yaşta yargıç olurlar. Meslektaşı olan komşularıyla, köhne lojmanlara sıkışmış, dar ve izole bir cemaat olarak yaşarlar. 
Jandarma komutanı, kaymakam, emniyet müdürü ve meslektaşlarından ibaret bir çevrede, sahte ve yüzeysel ilişkiler içinde sosyalleşirler. Toplumdan ve hayattan uzaklığının eksikliğini ‘devletine’ daha sıkı sarılarak giderirler. Zihinlerinde, toplum ve birey değil, ekmek kapısı ve sığınağı olan devlet vardır. Onlar için tek doğru, ‘devlet’ yani o anda devlet bildikleri ‘iktidar’ın doğrusudur. Bu nedenle de her ideolojik, etnik, kültürel farklılığı ve hatta ‘ortalama’dan ayrılığı tehdit sayarlar. Varlık ve kariyerleri, merkezin bir parmak şıklatmasına bağlı olduğundan sıradan bir memur kadar bile sahici bir muhteva üretemezler. 
Kısaca Türk yargısı, ‘taşranın kültürel ve davranış kodlarına hapsolmuş, güce tapan, toplum ve birey düşmanı, antientelektüel, ortalamacı, ahlakçı, asosyal bir cemaattir’.” Diyor, Radikal’ de yazdığı yazılardan birinde.
Titreyip kendime geliyorum. Yoksul ya da ‘cemaatten’ olmasam da, taşralı olduğumu hatırlıyorum. Uzun zamandır İstanbul’da yaşasam da, taşrada doğmanın, dahası taşralı olmanın, oralarda kırk yaşına kadar kalmanın yoğurduğu düşünce dünyamızı sorgulamaya çalışıyorum.
Meyvesiz ağaç yetiştirmeye hiç hoş bakmıyoruz. Eğer fare tutmayacak, tilki kovalamayacaksa bırakın kedi-köpek beslemeyi, onları gördüğümüz yerde taşla sopayla kovalıyoruz. Çocuklarımızı ‘ okuyup adam olacak, bu toz topraktan kurtulacak’ diye yetiştiriyoruz. Haliyle çocuklar mühendis olunca, şantiyelere gitmez, baret giymez halde, kıravatı takıp, ofiste oturmayı seçiyorlar. Aslında, toz-toprağı hatırlatan herşeyden nefret ediyorlar. Şehirlerin betonlanmasını en doğru çözüm olarak görüyorlar.
Gazete alırken bile, bulmacası olan, cinsel sağlık konularını işleyen, resmi bol, yazısı az, ‘faydalı’ gazeteleri okuyoruz. (Bu arada beşbin dörtyüz nüfuslu ilçede günde yaklaşık üçyüz gazete okunuyor. En çok Posta ve Sözcü satılıyormuş.) Ev yapıp, dışını sıvatmıyoruz...
Aslında biz taşralılar, sanki pragmatik insanlarız. Kısa vadede kazandıracak olana yatırım yapmayı daha çok seviyoruz. Kendimize benzemeyen hiçbir şeyi kolayca benimsemiyoruz. Avrupa Mahkemesi de neymişciliğimiz bile bundan belki de. Yüzyıllardır alıştırıldığı üzere, devlet bizim yerimize nasıl olsa düşünüyor. Güçlüyü ve gücü denetlemeye kalkmanın tabu olduğu düşüncesi, genlerimize işlemiş. ’Güçler ayrılığı’ gibi ‘gavur icadı’ düşüncelerle, seçilmişleri , yargıya denetletmek de ne oluyor?
Sanırım fazla gevezelik ettim. Şimdi kuşburnu marmelatı yapma zamanı. Ben kaçtım.