Şarkılar, Türküler ve Nüktelerle Türk-Amerikan İlişkileri 

Sosyal bilimlerle ilgili araştırmalarda, yüksek lisans ve doktora çalışmalarında anket, olmazsa olmaz bir yöntemdir. Bir çay bahçesinde otururken her an yanınıza bir genç gelebilir ve size “Şu anketi yanıtlar mısınız, tezim için gerekli…” diyebilir.

Toplumsal araştırmalarda anket yöntemi halkın duygu ve düşüncelerini belirlemede önemli bir yöntemdir. Ancak…

Emperyalizme toplum mühendisi görünümünde hizmet eden ve toplumu küresel çetelerin çıkarlarına göre yönlendirmek isteyenler de tuzak sorular içeren anketlerle her an kapınızı çalabilirler. Gerisi size kalmıştır.

Günümüzü tartmada ankete evet, ama ya geçmişe yönelik bir araştırma yapmak isterseniz. İşte o zaman yayınlanmış yazılı kaynaklar size yol gösterecektir. Gösterecektir ama halkın olaylara bakışını araştırmak isterseniz size şarkılar, türküler ve nükteler yol gösterecektir.  Şarkılar, türküler ve nükteler sosyal tarihin en güzel, en kalıcı tanıklarıdır çünkü.

Türk kültürü sözlü musikisi geleneğinin belirleyici olduğu bir yapıya sahiptir. Bu nedenle yakın tarihimizde yaşanan önemli olayların çoğu anında şarkılara, türkülere yansımıştır. Siyaset şarkıları, şarkılar da siyaseti etkilemiş, değiştirmiştir şeklinde bir söylemin altını çizmemiz mümkün müdür?

Güncel politika elbette şarkıları nükteleri etkilemiş, bazen bir fıkra, karikatür bazen de bir şarkı ve/veya türkü halkın isyanını dile getirmek adına ses vermiştir.

Ama siyaset değişmemiş, politikanın ağa babaları bildiğini okumuştur. Örneğin günümüz ağa babaları öylesine hazımsızdır ki, mizah sanatının üzerine kocaman bir  X konulmuştur. Mizah, nükte geçilmez olmuştur.

Nükte, Türk kültürünün temel öğelerinden biri olup Nasrettin Hoca’dan İncili Çavuş’a, Bektaşi fıkralarından Karagöz ve Hacivat’a,  Meddah hikâyelerinden Orta oyununa, hiciv ve taşlamalardan Temel fıkralarına nükte güldürürken düşündüren ifade biçimidir.

Tarihte Türk- Amerikan İlişkileri…

Amerikalı tüccarların 19. yüzyılda Akdeniz’de ticaret yapmaya başladıkları andan itibaren ki o zamanlar Kuzey Afrika toprakları Osmanlı sınırları içerisindedir, ilk ticari ilişkiler başlamıştır.

İkinci evre ise diplomatik ilişkilerdir. Bu Osmanlı Devleti’yle Amerika Birleşik Devletleri arasında yapılan ilk diplomatik anlaşma 7 Mayıs 1830 tarihinde yapılmıştır.

“Ticaret ve Seyr-ü Sefayin” anlaşması denilen bu metne göre, Amerikan ticaret gemileri bundan böyle Akdeniz’de rahatça dolaşabilecektir. Ayrıca, bu anlaşmayla birlikte Amerika’ya “en ayrıcalıklı devlet” statüsü de verilmiştir.

O dönemde dünyanın büyük devletlerinden (!) biri olan Osmanlı İmparatorluğu, yeni kurulmuş olan Amerika Birleşik Devletleri’yle pek de ilgilenmemiş; daha doğrusu bu uzaktaki ülkeyi önemsememiştir.

Amerika’da, Türkiye ve Türkler üzerine yazılmış ilk kitaplardan biri de 1852’de yayınlanmıştır. Doktor Jerome Smith’in kaleme aldığı bu ince kitabın adı: “Türkiye ve Türkler”dir.

Jerome Smith, İstanbul’u, Haliç’i, Boğaziçi’ni, İzmir’i ve hatta Kıbrıs ve Rodos’u tanıttığı bu kitabında, aynı zamanda Osmanlı’daki saray hayatı ve adab-ı muaşeret kuralları hakkında da bilgiler verilmiştir.

O dönemde daha çok Osmanlı coğrafyasında ticaret yapmak isteyen Amerikalıların ilgi gösterdiği bu kitap, Boston’da basılmış olup içinde çeşitli çizimler de vardır.

Aynı yıllarda, İstanbul halkı, tarihlerinde ilk defa bir Amerikan savaş gemisini Tophane açıklarında demirli görmüştür. Ama geleceği bir türlü göremeyen Osmanlı, rıhtımda "Go Home Yankee" diye bağırmayı da akıl edememiştir.

 Bu ilginç olayı ünlü araştırmacı ve edebiyatçı Sunay Akın kendine has üslubuyla şöyle anlatmaktadır.

“1855 yılında David Dixon Porter kaptanlığında bir gemi Marmara Denizi’nden giriş yapar İstanbul Boğazı’na. Tophane açıklarında demirleyen bu gemi tüm İstanbul’un ilgi odağı olur. Geminin İstanbul’a geldiğini duyan herkes, ama herkes Tophane’ye doğru koşar. Neden mi? Bunun nedeni geminin direğine asılı bayrak. Evet, öyle bir bayraktır ki bu; üstünde çok ama çok sayıda yıldız vardır ve İstanbullu bu denli yıldızı bir bayrakta ilk kez bir arada görmektedir.

Tahtta dönemin padişahı Sultan Abdülmecit oturmaktadır… Abdülmecit, saray penceresinden şöyle bir bakar limana:

-Lala bu gelen kim ola?

-Devletlim, Amerika Birleşik Devletleri derler namına.

Abdülmecit şaşırır…

-Tek başlarına gemi alamamışlar da birleşmişler de mi almışlar? Kim bu Amerika? Neden geldi bir savaş gemisi, David Dixon Porter kaptanlığında İstanbul’a?

O yıllarda mavi ceketliler, yani Amerika süvarileri kararlıdır. Kızılderililerin işini bitirecekler… Ancak, o yıllarda Kızılderili direnişi Amerika’da iç bölgelere, yani çöllere çekilmiş ve süvariler oraya atlarıyla giremiyorlar. Çölde ne gider?  ‘Çölde giden bir hayvan olsa, Kızılderililerin işini bitireceğiz…’ derler ama öyle bir hayvan yok ki! Biri çıkıyor diyor ki:

-Efendim çölde giden bir hayvan var.

- Nedir?

-Deve...

-Ne?

-Deve...

Bakın o yıllarda biz Amerika’yı, Amerika ise deveyi tanımıyor. Dünya bir zamanlar böyle bir yerdi. Karar alınıyor, kimde var deve? Osmanlı’da.

-Gidilsin, 30 deve satın alınsın…

David Dixon Porter o 30 deveyi satın almak için geldi İstanbul’a. Aldılar ve gittiler. İşte bu da bizim tarihimizde Amerika Birleşik Devletleri’ne ilk ve tek silah yardımımızdır.”

ABD'ye o zamanlar 30 deve satmışız. Almışlar ve gitmişler...

Ama bir şartla... Devenin kini malumdur.

Kin üzerine kin üreterek, Türk milletine saldırmayı alışkanlık haline getirmişler…

Devam edecek…