Hepinizin bildiği gibi, kainatta mevcut olan bütün varlıklar Allah tarafından insanlara verilmiş nimetlerdir. Her nimetin mutlaka bir külfeti ve sorumluluğu vardır. Öyle ise, yüce Allah bizlere verdiği sayısız bunca nimetlerinin şükrünü bir gün gelecek bizlere soracaktır. Başta bedenimizde bulunan bütün azalarımız olmak üzere tüm nimetlerden sorguya çekileceğiz. Ulu Allah bizlere bunca nimetlerimi yedin-içtin, kullandın ama şükretmedin, nankörlük ettin diyecektir. Çünkü şükür bunca nimetlerin toptan bedelidir, sorumluluktur.

Şükür; nimetlerin gerçek sahibini bilmek, bu nimetleri veren ulu iraderin arzusu doğrultusunda kullanmaktır. İnsanları, hayvanlardan ayıran en önemli özelliklerden olan, aklımızı kullanarak Allah’a hamdederek çokça şükretmektir.

*

Sanıldığı gibi nimetlere kavuşunca şükür deriz. Bu şükrün sözle ifadesi ve şükrün en aşağı derecesidir. Onun için kuru kuruya şükür demekle şükredilmiş olmaz. Peki, ne yapmalıyız ki gerçek manada Allah’a şükretmiş olalım.

1-Allah’ın verdiği nimetleri Allah’a isyanda, haram yollarda kullanmamaktır. Bu nankörlüktür.

2-Her nimeti kendi cinsinden insanlarla paylaşmaktır. Malımızı, canımızı, hizmetlerimizi, fert ve toplumun yararına harcamaktır. Makamımızı, mevkimizi, bilgimizi, ilmimizi insanların yararına sunmaktır. Yani paylaşım ve bölüşümdür. Allah bizlere nasıl iyilik etmişse, bizler de Allah’ın kullarıyla o iyilikleri, nimetleri paylaşmalıyız. İşte gerçek anlamlı şükür budur. Allah’a karşı sorumluluğumuz ibadetlerdir. Aksi nankörlük, yani iyiliğe kötülüktür.

*

Şükrün değerini iyi anlamak, iyi kavramak için geçmiş ve günümüz yaşantımıza bir bakmamız yeterlidir. Şöyle ki, en basitinden düşünelim: Günümüz şartlarında; asgari ücretle bir iş sahibi olabilmek için çalmadık kapı, af buyurun öpmedik el, dökmedik yüzsuyu bırakmıyoruz. Bir nimeti elde etmek için çırpınıyoruz, öyle değil mi? Az-çok o nimete kavuşunca eski halimizi unutuyoruz. Fakir iken hasretini çektiğimiz nimetlere kavuşunca geçmişi unutup nimetin kadir ve kıymetini bilmiyoruz. Halimize şükretmiyoruz. Bir çok insan malını, mülkünü, makamını, mevkisini, imkanını, sıhhatini kaybederken, veren de alan da Allah deyip var iken şükretmiyor, yok iken sabretmiyoruz. İşte bunları düşünmemiz gerekmektedir. Ufacık bir göz katarakt ameliyatı oluyoruz. İsabetli olmayıverirse dünyamız kararıyor. Hayat zehir oluyor. Sağlam iken gözümüzün de maalesef değerini-kıymetini bilemiyoruz. Sıhhatimizi korumuyoruz. Bunlar hep şükürsüzlüktür. Bunları biz değil yüce Allah söylüyor. İbrahim suresinin 7-8. ayetlerinde “İnsanoğlu bunca nimetlerimize karşı çok az şükrediyorlar. Onlar ne kadar zalim ve nankördürler” buyuruyor. Bu, ulu Allah’ın ayeti, sözüdür.

R.SAV. de: “Mallarınızı, canlarınızı şükür ile koruma altına alınız. Şükrederseniz onu korur ve artırırsınız. Şükretmezseniz onu bitirirsiniz.” buyurmak suretiyle şükrün ne kadar önemli olduğunu bildiriyor.

*

“Rabbimize karşı ne kadar şükretsek azdır” sözünü isabetle, yani geçmişi ve günümüzü karşılaştırarak bir örnek sunmak istiyorum:

İnsanların şükrünü azaltan, sabrını tüketen hususlardan birisi de herkesin konumuna, imkanına ve durumuna göre davranmayıp gücünün üstünde sorumluluklara yönelmesidir. İnsan darlıkta sabretmesini, bollukta şükretmesini başaramazsa sıkıntıya düşer. İsyana yönelir. Kendi eliyle kendisini tehlikeye atar. Bundan 50-60-70 sene öncesi yaşantımızı bilenlerimiz vardır. Eski günümüz ölçülemeyecek oranda farklıdır. Maalesef mesele azlık-çokluk meselesi değil, şükretmesini bilmek ve bilmemek meselesidir.

1950-60 yıllarında Çorum’un nüfusu -şehrin- 20 binler civarındaydı. Biz o zaman 1954-55 ortaokuldayız. Çorum’da mevcut 5 otomobil bile yok. Gelin alayları atla ve fayton konvoyları ile yapılırdı. Ana-baba, 3 erkek ve gelinler, çocuklar bir evde yaşarlardı. Evin bir odası sıra ile nöbetleşe kullanılırdı. Diğer odalarda nöbet dışında hanımlar bir odada, erkekler ve erkek çocukları ayrı bir odada yatarlardı. Ebeveynin ayrı bir odası olurdu. Bugün böyle bir şey var mı? Hangi evlat bugün ana-babası ile birlikte yaşıyor. 1954’de insanların köyden gelip somun ekmeğini köy ekmeği yufkanın içine katık diye sarıp yarım kilo üzümle yiyenleri, yediğimizi unutmadık. Kebap kilo ile satılır, bir kilo kebabı bir oturuşta bir somunla, bir kilo da üzümle yeyip üstüne de bir maşrapa, bir tas su içip sonra bahçesinde akşama kadar yarım dönüm 500 m2’lik tarlasını bahçesini arımını karığını belleyip evine zil gibi aç gelirdi. O insanlar nar gibi yanar, mutlulukları yüzlerinden okunurdu. Şimdi öyle mi? Gelişen teknoloji ve imkanlar, insanların hareket kabiliyetlerini yok etti. İnsanlar bugün obezite-şişmanlık hastalığı ile çarpışıyorlar. Spor salonlarına, yüzme havuzlarına koşuyorlar. İnternet ve bilgisayarlar, tv’ler insanları kronik bağımlı yaptı. Ufacık çocukları sarhoş etti. Yeni yeni dertler ve hastalıklar ortaya çıktı. Yüksek iletişim, anında bütün dünyayı etkiler hale getirdi. Doyumsuz imkanlar sundu. Ne yazık ki insanlar bundan ileri derece yararlanmaları yanında, korkunç neticelerine de maruz kaldılar. Teknolojinin bu yüksek getirisi insanların mutluluğuna yetmedi. Şükrünü bitirdi. Onları doyumsuzluğa sürükledi. Elbette ki teknoloji; kalkınmanın, gelişmenin, bağımsızlığın, hak ve hürriyetlerin, demokrasinin motoru durumundadır. Ancak zararlarından korunmak şartıyladır. Genel anlamda durum budur. Yararları tartışılmaz derecede önemli olan üstün teknolojinin zararlarını da hesaplamak şarttır. Geleceğe daha iyi hazırlanmamız için geçmişten ders ve ibret almalı ve tedbirler üretmeliyiz. Tarih tekerrür etmemeli, insanlar gafil olmamalı, hiçbir zaman şükrümüz azalmamalıdır.