-4-
Alaşafak sökmüştü dağı öte yüze devrildiklerinde. Bulutlar kan kırmızı bir kızıllıkta tutuşmuş, yanıyorlardı. Durulan bir su gibiydi yeryüzü. Üşütücü yel her dakika karanlığı ötelere sürüyor, seçilip seçilip belirginleşiyordu önlerinde ne varsa. Vadinin bir yanından tatlı meyille bir sırt iniyor, çimen çiçek içinde uzayıp gidiyordu gene derin bir koyağın içine. Daha ötelerde başları karlı bıçak sırtı keskinliğinde sırtlar görünüyordu. Dağlar yalnızca bir taş yığını, büyük duvar parçaları ve çiçekten ibaretti. Çiçekler dağlardan, dağların başındaki kardan ve bulutları yalıma kesen güneşten daha vahşi idi. Seho’ya bakmıştı Zülfo dönüp. Seho çiçeklerden de vahşi domur domur bir terde, yanakları allanmış, gözlerinde meneviş karası bir ışık.
Yanıp sönen bir ışık, balkıyıp sönen bir şeyler görür gibi oldu.
Çıkınını açtı. Çökelek ekmek azığından bir iki sokum bir şeyler atıştırmaya durdu.
Yel durmuş, duman pamuklanmış bir iplik gibi ta yukarılara uzanıyordu. Güneş karşı dağların yarı kar, yarı çiçek uçlarını altın sarısı bir renge boyamıştı.
Bir değişiklik yoktu suda. Gene devrilip devrilip yana yöne çarpıyor, gene deli bir çalkantı da coşuyor, bir yerlere seğirtip duruyordu.
İliklerine kadar acıkmışlıkta bulmuştu Zülfo kendisini.
Yanakları daha bir allanmış, gözleri daha bir ışıklı, yüzü daha bir güleç… Dürmüş, ekmek uzatıyordu kendisine.
Sofrayı serilice bırakıp Seho’ya uzanmıştı. Büyük bir depremi yaşarca bir titremeye tutulmuşlardı.
Büyük bir ırmağa kapılıp, Zülfo’nun üstüne üstüne yürüdüğünü sezinlemişti Seho.
Büyük bir koşuda bulmuştu Zülfo kendini. Bir çalkantının içinde, bir dalgada köpük köpük kıyıları döven…
İçinde büyük bir boşluk, bakıp kalmıştı öyle.
Kanın olduğu yere bakıyor, kabarıp gelen hıçkırıklarını tutamadan omuzları inip kalkıyordu.
Sonra yeniden sarmaşmışlardı çayırın üzerinde. Okyanuslara dalıp, büyük çalkantılarda sarhoşlanmışlardı iki can. Nence sürmüştü bu çalkantı, nence uzun bir yola çıkmışlardı, bilememişti ikisi de. Zülfo, güzel bir düşten uyanıyorca açmıştı gözlerini neden sonra.
İlerilerde derin bir uçuruma varan, berbat bir kütürtüyle dolu ıssız, insansız bir koyaktı burası.
Yaşayabilmesinin korkusuz olmasına bağlı olduğunu biliyordu. Nedir, dağın taşın çeşitli tehlikelerle doluluğunu, bir sürü yabanıl hayvanın dağlarda barındığını da biliyordu.
Dudağı bir türküye vurmuştu ki gerilere uzandı aklı.
Nereye gideceğini bilmez bir kararsızlıkta, yarın atacağı her adımın altında bir mayın döşelice düşünüp kalmıştı.
Bir kararsızlık çalkantısında, alnının kırışığı açılmadan düşünüp kalmıştı sabaha kadar. Ve karara varamadan güneşi doğdurmuştu.
Seho bir ay ışığı saçarak: “Seninle uyanmak ne güzeldir Zülfo, demişti.
Sarmaş dolaş, mağaranın yeşil bir iki otunun ezilip çimensi kokmasına, bir kuşun kanat çırpmasına, bir dalın rüzgara kapılıp sallanmasına, bir çiçeğin gün ışığını görüp yüz dönmesine aldırmadan, uçurumlardan inen suların toz olup havaya katışmasına kadar, büyük hazların ortasında sürmüş ve bir ipin ortasından küttedek kopması gibi apansız kesilmiş, durmuştu.
Uçurumun dibine inmişler, buzlayın sularda ilk kez birbirlerinden çekinmeden, birbirlerine su serperek yunmuşlardı.
Gözleri yeni doğan bir günün aydınlığında, gülüşleri uçurumlarda çın çın yankıyarak birlikte yaşanmış bir sabahın keyfini çıkarmışlardı.
Parça parça karların göründüğü yüce bir dağın günaştı yanına ağrı yükselip çıkıyorlardı.
Dağ taş bunaltıcı, baygın bir kokuya kesmişti. Güneş yeni kızdırıyor, derin uçurumlara vurdukça gökkuşağının yedi rengini yayarak büyük bir boşlukta sallanıp duruyordu.
En uzak dağlar elini uzatsan değecek kadar yakına düşmüşlerdi. Tepeleri mendil mendil kar içindeydi dağların. Yarı bellerinden altları bir renk denizinde, sarı, mor, yeşil, al her an değişerek, gün kızdırdıkça eriyip uçuşarak uzanmış gidiyordu.
Pusatlı, çaprazlama fişeklik kuşanmış, gün vurdukça ipil ipil yanan bir adam.
Yüreği, tutulmuş bir kuşun ki gibiydi. Sığmazlanmıştı kabına.
Birlikte yayla yayladıkları, tuz ekmek bölüştükleri, birlikte güzel düşler kurdukları Miro’ydu bu…
Sarmaşmışlar, omuz omuza kalmışlardı.
Zap’ın az bir parçası görünüyordu koyağın ucunda. Karşısı alakarlı bir dağ. Doruklarına yukarı daha bir keskinleşerek göğe ağmış vurup çıkıyordu. Zap’ın öte yanında gene bir dağ. Dağın korkunç dorukları mühür mühür karda. Etekleri uçurum uçurum kararıyor. Koyağın tabanında ak köpüklü bir su taştan taşa vurarak bir kütürtüye kesmiş koca koyağı. Sütten bir ırmak gibi akıp duruyor aşağılara.
Geç kalmış bir ilkyaz, her şeyde gösteriyor geç kalmışlığını. Karın altından yeni çıkmış heliz otları boyunlarını topraktan söktü sökecekler. Taşın kayanın arasında az kırmızıya çalan heliz sürgünü içinde, patladı patlayacak kılıfları.
Tabanlarının altı bir hal olmuştu yol tepmekten.
Ağaçların yıllarca birbiri üstüne dökülmüş yaprakları dört parmaktan kalın yumuşak bir tabaka oluşturmuş, katırı bastıkça küfsü küfsü kokutuyordu ortalığı. Yapraklar çürümüşler, küflenmişler, humuslanmışlardı.
İzlerin içinde hiç de ayı izini anımsatanı görmediğine seviniyor, yolu rahatına vurdurduğunu düşünüp keyiflendiği bile oluyordu.
Yaban keçileri, geçmiş bir günün hazzını yeni baştan yaşarcasına geviş dövüyorlar güneşin annacında.
Keçilerin keyfini kaçırmak istemedi Zülfo. Bir ses verse çıngı çıngı dağılacaklar.
“Uçan kuştan da sakınırım sizi. Kimselere bildirmeden bir ömür boyu saklarım.”
“Bir oba son çadır kazığına kadar yanmadan sizi kimse sökemez buradan. Konuşmuş, karar birliği etmişizdir. Obadan kimse, uçan kuşa bile fısıldamayacaktır sizin burada olduğunuzu. Varlığınızı arayan soran olursa yok denilecektir.”
Seho, anadan üryan girmişti Zülfo’nun koynuna. Kuğu boynu, az kızarmış yanakları, örgüsü sökülüp yüzüne sıvaşmış saçları, ay parçası yüzü ile, cılız bir lamba ışığında uçurumlara atıp atıp geri almıştı Zülfo’yu. Sert göğüslerini, yumuşak omuzlarını ısırıp öpmelerle tüketememişti Zülfo. Uçurumlardan kanat takıp aşağılara atılmışlardı sabaha kadar. Yalçın doruklara tırmanıp aşağılara yuvarlanmışlardı koyun koyuna. Okyanus dalgalarının doruklarında gidip gelmişler, geniş kumsallara yayılıp köpük köpük tükenmişlerdi.
Sarı topraklı koyağı geçip yamaya davrandığında, gün de başı karlı bir dağın ardına girdi girecekti.