Ben de yapıyorum.

Deyim yerindeyse, her fırsatta müteahhitlere veryansın ediyorum.

Oysa tek suçlu onlar değil.

Bir gün, o tarihte henüz tanışmadığımız; daha sonra da çok yakın dost olduğumuz bir müteahhidimiz telefonla aradı.

Kendini tanıttı, sonra da “İsmail Bey, nedir sizin biz müteahhitlerle alıp, veremediğiniz? Yazılarınızda gün aşırı bize yüklenip, duruyorsunuz…” dedi.

Çok üzülmüştüm, çünkü haklılık payı vardı.

Aşağıdaki yazıyı kadim bir dostum; “Bak senin kafada bir kalemşörün yazdıkları… Taşı bunu köşene…” diye göndermiş…

Üzerinde biraz kalem oynatmak zorunda kaldığım aşağıdaki yazının, M.E rumuzlu yazarı, yaşamak zorunda bırakıldığımız hile hurda dolu sorunları tek tek yazısına taşımış.

Siz bir okuyun hele; başka söze gerek kalmayacak.

* * *

Yıkılan binaları, kayıp giden canları ekranlarda gördükçe, tek suçlunun müteahhitler olduğunu düşünüyoruz.

Onları günah keçisi ilan edip vurdukça vuruyoruz.

Olayın acıları soğuyup, gündem değişene kadar da vurmaya devam edeceğiz.

Bildiğimiz tek şey bu çünkü.

Hiç düşündüğünüz oluyor mu; acaba tek suçlu onlar mı?

Bir toplumda işler kötüye gitmeye başladı mı; her şey yavaş yavaş çürümeye başlar.

Önce vicdan çürür.

Bilim çürür,

Sanat çürür.

Sonra?

Sonra insanlık çürür.

… …

Ölüyoruz.

Sadece enkazın altında kalanlar değil, hepimiz ölüyoruz.

Mısır şurubundan "bal" yaparken ölüyoruz.

Soya fasulyesinden "dana kıyması" yaparken ölüyoruz.

Margarinden "organik(!) tereyağı" yaparken ölüyoruz.

Kokmuş tavuğu çamaşır suyuyla “paklarken” ölüyoruz.

Tavuk ibiğinden salam, tek toynaklılardan “sucuk yaparken ölüyoruz. Peynir altı suyundan süt, mısır nişastasından peynir, domuz jelatininden "taş gibi yoğurt" yaparken ölüyoruz.

Ölmekle kalmıyor öldürüyoruz.

Yetkisiz, imarsız, ruhsatsız, demirsiz, çimentosuz deniz manzaralı lüks(!) konutlar yaparken, bunları satarken, alırken; bu hayalet binalara üç kuruş gelir için imar affı çıkarırken, deprem vergilerini amacı dışında kullanıp yol yaparken ölüyor, öldürülüyoruz.

KPSS'den yüksek puan alanı mülakatta eleyip; düşük puan alanı, makam mevki sahibi yaparken ölüyor, öldürülüyoruz.

Gerçek din adamlarını dinsizlikle suçlayıp, şarlatanların peşinde saf tutarken ölüyor, öldürülüyoruz.

Doğruyu söyleyen aydınlarımızı, bilim adamlarımızı, sanatçılarımızı, yazar-çizerlerimizi dokuz köyden kovup, meydanlarda yuhalarken; çapsızları, yalakaları, çıkarcıları, dalkavukları, hırsızları, yağcıları bağrımıza basarken ölüyor, öldürülüyoruz.

Tek yol gösterici bilimi, dinsiz bulup; hurafelere, bilim diye sarılırken ölüyor ve öldürülüyoruz.

Hayatımızdan kitapları çıkarırken, kütüphaneleri ıssız bırakırken, kitap okuyana suçlu gibi davranırken ölüyor, öldürülüyoruz.

İntihalcileri (bir kişinin eserini, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması.) akademik kariyer sahibi yaparken, bunlara üniversitelerimizin kapılarını, hatta bütün makamlarını sonuna kadar açarken ölüyor, öldürülüyoruz.

Haksızlığa, adaletsizliğe, yolsuzluğa, yoksulluğa, hırsızlığa, talana, yalana, dolana, yağmaya karşı çıkanlara, meydanları kapatıp; bu meydanları, suçlulara teslim ederken ölüyor, öldürülüyoruz.

Emeği değersizleştirirken, üretimimi küçümserken, buna karşılık, hazırı yemeyi, üretmeden tüketmeyi, kısa yoldan zengin olmayı yüceltirken ölüyor, öldürülüyoruz.

Dürüst politikacıyı, "kendine hayrı yok ki bize olsun" deyip, dışlarken; hırsızı, "çalıyor ama çalışıyor" deyip, baş tacı yaparken ölüyor, öldürülüyoruz.

İçimiz kan ağlasa da sosyal medya hesaplarımızda sahte mutluluk pozları verirken, yüzümüze yapmacık gülümsemeler yerleştirirken ölüyor, öldürüyoruz.

Evet… Göstere göstere ölüyor, göstere göstere öldürüyoruz.

Yaşadığımızı sanıyor, yaşıyor gibi yapıyoruz ama ağlayansız ve de acıyansız, sessiz sedasız ölüyoruz.

Çürüyor ve çürütüyoruz.

Balçıklaştık.

İğrençleştik.

Pis pis kokuyor, mide bulandırıyoruz.

Gerçek suçluları aramıyor; sadece ve sadece günah keçisi arıyoruz.

On(lar)a vurdukça vicdanımızın tozunu, pasını silkeleyip, rahatlayacağımızı sanıyoruz.

Oysa gerçek suçlular ortada.

Onları görmek istemiyor, görmezden geliyoruz.

Beynimizi biraz kullansak; kimseyi suçlamadan, kendimizi aklayıp, paklamadan, aynaya bakardık.

Çünkü bu çürümenin bu kokuşmuşluğun suçlusu toplum olarak biziz, hepimiziz.

Kısacası ölen de, çürüyen de, kokan da biziz.

Bu koku, ölen insanlığımızın kokusu.

Bunları bilelim; suçluluk kompleksiyle, suçlu telaşıyla suçlu aramayalım gayrı.

İnsanlığımızın kıyısında köşesinde sağ kalmış bir yer varsa eğer, ayağa kalkalım ve hep birlikte aynaya bakalım.

Gerçek suçlu orada çünkü.

Onunla yüzleşelim.

Toplumsal çürümüşlükten ve de toplumsal kokuşmuşluktan kurtulmanın tek yolu "toplumsal yüzleşmeden" geçiyor.

Bu gerçeği görüp, kabul edelim.

Başka türlü kurtuluşumuz yok çünkü…