2003 yılından bir yazı

Bizim kuşak ve bizim mahalle bir başkaydı. Benden bir iki yaş büyük, bir iki yaş küçük ve akran olan erkek çocuklarının sayısı 10-15 kadardı. Ben 1936 doğumluyum. İkinci dünya harbinin biraz da mübalağalı tedbirleri yüzünden ekmek karneyle verilse de, çok güzel yıllardı o yıllar. Millet pek te aç kalmadı. Herkesin saklayabildiği kadarıyla az çok buğdayı, arpası, bulguru ve yarması olurdu.
Bağlar, bahçeler, sebzeler, ağaçlar çok verimliydi. Her şey kurutulur, kurular pişirilir, yenirdi. Gece pencerelere koyu renkli, bazı evlerde de siyah renkli perdeler çekilir, dışarıya ışık sızdırılmazdı. Geceleri şayet az bir ışık sızsa mahalle bekçileri tarafından hemen uyarılırdı.
Bekçiler vardı mahallede, kalın, kahverengi resmi elbiseli. Herhalde el tezgâhlarında dokunmuştu. Bellerinde palaska, yine ona takılmış kocaman, ”çakaralmaz” unvanlı neredeyse 1 kg gelecek tabancalar. Ellerinde bir de ucu çomaklı kürek sapı kalınlığında değnekleri ve düdükleri vardı. Onları öttürürler, diğer mahallenin bekçileriyle kendi aralarındaki parolalarla haberleşirler, kötü bir şey olursa düdükler acı acı öttürülerek diğer mahalle bekçileri yardıma çağırılırdı.
Bu fedakâr insanlara bekçi baba denirdi. Evlerin dış kapısını tek tek akşam ezanından sonra yoklarlar, dükkanların kilitlerini çekerler, açık kilit varsa ya kilitler ya da dükkan Sahibinin evine haber salarlardı gelen gidenden. Bazen de hamal gönderirlerdi. (O zamanlar sırtında kocaman ipli hamallar vardı.)
Bu bekçi babalara her şey emanet edilir, evler onlar vasıtasıyla hırsızdan korunur, evlerin bekçileri oldukları gibi mahallenin namusu da onlardan sorulurdu. Evlerin pencerelerini tek tek kontrol ederler, ışık sızan pencere varsa kapının tokmağını çalıp haber verirlerdi. Işık sızdırılmamasını, düşman uçakları gelirse, şehirleri ve evlerin yerlerini bilmesinler, bomba atmasınlar diye o perdelerin iyice kapanmasının gerekli olduğu söylenirdi bizlere. Zaten evlerde doğru dürüst te aydınlatma yoktu ya, koca mahallede 15-20 kadar evde ancak elektrik vardı.
Gaz yağı, şeker, çay da çok zor bulunuyordu. Bulunsa da çok pahalıydı ve kimse alamıyordu. Almanlar dünyayı yakıyor yıkıyor, milletleri çığ gibi tepeliyorlardı.
Kış kışlığını, yaz yazlığını bildirirdi. O yılarda kar yağınca 15-20 gün kalkmaz, 30-40 santim kar olur, çatılardan kar kürünürdü. (Sıyırgı veya kürekle aşağı atılırdı).
Kışın kartopu oynar, kızakla kayar, yumuşacık karlarda akranlarımızla boğuşurduk. Hepimizin elinde ellik (eldiven), kafamızda bere dediğimiz sadece gözlerimizin önü açık, boynumuzu, boğazımızı örten, yünden örülmüş başlıklar vardı. Ceviz kabuğuyla boyanmış, anamızın ördüğü ellikleri bazen yitirirdik de 1-2 gün sonra komşu çocukları getirirdi evimize.
Oysa elliklerin hepsi birbirinin aynıydı istese kullanabilirlerdi. Ama o günün insanlarında haram ve günah korkusu vardı. Babamın tabiri ile “ok gibi doğru insanlar” vardı.
Komşumuzun bağındaki ağaçtan kendi sınırımızın içine meyve düşse onu bile yiyemezdik. Bu haram ve günah korkusundandı. Bunun yanında bir de ana baba korkusu vardı ve arkasından yapılan bir suç tekrarlanırsa sopa korkusu vardı.
Biz talihli çocuklar olarak oyunlarımızı sokakta oynar, birbirimizin kapısının tokmağını çalar ve gelmeyenleri oyuna çağırırdık. O kadar çok oynar ve yorulurduk ki, akşam yer sofrasında yemeği yerken uyuyup yanımıza devrildiğimiz olurdu. Anamız önce “makat”a (sedir), sonra da yere yaptığı döşeğe (yatağa) yatırırdı. Ayaklarımız kirli ise işte fecaat o zaman başlardı. O kan uykunun arasında çamaşır yıkadıkları taş teknede ayaklarımız yıkanırken canımızdan can giderdi.
Mahallede sonradan soyadlarını öğrendiğim İsmet Tandoğan, (diğer adı Satılmış) Necdet Çulha, Tahsin Gedik, Günaydın Çetiner, Yüksel Daldal, Nihat Bayşu, Telkarilerin Cevat, Caydalakların Bekir, Ağanın oğlu Cavit, Rüştü Kadife. Ve ilkokuldan sonra tanıştığım ve sonradan en yakın arkadaşım olan Selçuk Çöplü, Ayhan Çöplü, İbrahim Kocabıyık.
(SURECEK)