Feodal yapıları tasfiye edemeyen toplumlarda yaşanan devrimlerde geriye dönüş kaçınılmazdır. Emperyalizmin dünyanın jandarması olarak gezindiği bir dönemde başka bir olasılık da mevcut değildir. 

Emperyalizm, sömürüsünü sürdürebilmek için ülkelerdeki en gerici unsurlarla, çiftleşerek hem kendi çıkarlarını korumaya çalışıp, hem de o toplumu rahatlıkla yönetmeye başlamıştır.

Oktay Sinanoğlu, Emine Çaykara ile yaptığı nehir söyleşide (T. İş Bankası Kültür Yayınları) ABD Senatosu’nda bir senatörün “Yetiştirdiğimiz kadrolar hızla genel müdür ve müsteşar muavini olmaya başladılar. Artık daha rahat hareket ederiz…” ifadesini aktarmaktadır.

Demek ki salt en gerici unsurlarla değil, burs vb yöntemlerle bürokraside de etkin olmanın yollarını bulmuşlardır. Maksat, hizmette sınır olmaması… Yoksa ne kötü niyetleri (!) olabilir ki? Görüldüğü gibi emperyalizme hizmette sınır yoktur!

İşte bu emperyalizm denen yaratık bir ülkedeki en gerici unsurlarla, vicdanı cüzdan siyasetçi, bilim adamı (!) ve gazeteci yazarlarla yatağa girmiştir. Çoklu, gayrı meşru ve kirli bir ilişkidir bu. Siz şimdi bana İsmet İnönü’nün o sözünü hatırlatacaksınız. “Büyük devletlerle ilişkiye girmek ayıyla yatağa girmek gibidir!”... Bu konuda en deneyimli siyasetçi olarak değişmez gerçeğin altını çizmiştir. Bu yatağa girişten annesi taşıyıcı, babası “Büyük Abi” ucubeler dünyaya gelmiştir.

Sevgili dostlar, araya korsan girişler yaparsanız bu yazı zor biter. Biz dönelim fıkramıza…

Emperyalizm ile gerici unsurlar (feodal kalıntılar diye de okuyabilirsiniz) imam nikâhıyla mı, haham nikâhıyla mı, yoksa papaz nikâhıyla mı yatağa girmişler, diye sorarsanız, laf aramızda karma bir nikâh yapılmıştır. Böylece her iki tarafın da rahatlaması sağlanmıştır. Çok kültürlülük denilen şeyin en veciz örneğidir bu.

Az gitmişler, uz gitmişler… Bir çocukları olmasın mı? Bir gözü kör, bir gözü şaşı, bir kolu kısa, bir bacağı topal, kamburu da cabası… Evlat bu sevilmez mi? Kuzguna yavrusu güzel görünürmüş…

Başlamışlar ucube kılıklı çocuğu doktor, hekim gezdirmeye… Yok, yok, yok… Kime gitseler bir çare bulamamış.

El ele tutuşup derin hocanın birinin kapısını çalmışlar…

Taşıyıcı anne anlatmış… “Hoca efendi şu çocuğu bir nefes etsen, bir de muska yazsan…”

Hoca, bir çocuğa bir kadına bakmış… “Siz bunu doktora götürün…” demiş.

Kadın hayıflanmış, “Ah hoca efendi, ne doktorlara götürdük… Çare bulamadılar. Biz de sana geldik…”

Hoca, “Bu çocuk düzelmez…” demiş…

Demiş de kadına laf anlatmak ne mümkün… Kadın, ısrar etmeye başlayınca Hoca, “Soyun demiş…”

Kadın, “Hoca Efendi, bana değil, çocuğun karnına yazacaksın...” demiş.

Hoca bıkkın ve sinirli, “Soyun dedim kadın… Bu çocuk düzelmez… Biz yenisini yapalım.”

Meğerse işin öbür ucunda, bu ucube çocuğun, ulus devletlerle kan uyuşmazlığı varmış… Malum kan uyuşmazlığı denen illet iflâh etmez adamı. Bu nedenle emperyalizmin döllediği bu garabetin ulus devletlerin kanını emmesi lâzımmış.

Son dönemde ortalık ucubeden geçilmiyor… Ne yana baksanız her renkten, her boydan ucube var. Anlaşılan, klonlama tekniğini emperyalizmin teknoloji âlimleri hayvanlardan çok önce, ülkemizde denemişler. İnançlı geçinen, ateist takılan, liberal giysili, sağcı veya solcu yaftalı, en liberalinden sosyal demokrat, medya kargası, hatta Atatürkçü görünmeye çalışan hemen her meslekten ucube ayrık otları gibi sarmıştır ortalığı. Parti, sendika, dernek her yerde seçkin örneklerini bulabilirsiniz. Hatta ve hatta dünyanın birçok ülkesinde eşbaşkanlar türemiştir tıpkı bizdeki gibi...

Tek sloganları vardır bu ucubelerin… Emperyalizme hizmette sınır tanımamaları… Ortak paydaları ise Mustafa Kemal ve ulus devlet düşmanı olmalarıdır. Gerisi ayrıntı…

İşte bu genel durum, bölünme anayasası için dayatmalarla geçerken, kimileri mecliste eteklikle eylem neyim yaparken, Abdullah Gül birkaç gün önce Güneydoğu’ya gitmişken, tam da Habur Açılımı’nın yıldönümünde (19 Ekim), tam da Meclis’te AKP, CHP, MHP “sivil anayasa” için uzlaşma komisyonu toplayacaklarken ey terör örgütü iş mi bu yaptığın? 

Meclis Başkanı’nı ne zor durumda bırakmıştır son hain saldırı bilemezsiniz. Sayın Başkan "Bağrımıza taş basacağız." demiş ama bu tip provakatif olayların yeni ve sivil anayasa konusunda çalışmalarına engel olamayacağını da söylemiştir.

“Anayasa bir defa delinmekle bir şey olmaz…” diyen Turgut Özal’ın yanında yetişmedir pek Sayın Meclis Başkanı… Ve dahi boynuz kulağı geçmiştir.

“Yeni sivil, demokratik bir anayasa yapma çalışmalarının başlayacağı gün yapılan bu hain saldırı, bizi aydınlık ufuklardan alıkoyamayacak.” Erdoğan'ın işaret ettiği  şu meşhur "aydınlık ufuklardan" al bayrağa sarılı tabur, tabur şehit tabutları gelmektedir.

Kararlılık dediğin böyle olur…

Ne demişti Hakan Fidan  uyuşturucu kuryesi olan PKK temsilcilerine? “Bölgede şikâyet ettiğiniz kimse var mı? Size düşmanlık filan yapan…”

Onca komutan emekli, muvazzaf zindanlara atılmadı mı? Niye terörle mücadele ettikleri için… Göğüslerini vatan için hain saldırılara siper ettikleri için…

Ne olmuştu Dağlıca’da Erdoğan’a brifing veren komutana? Nerede şimdi?

Eşbaşkan’ın çıraklık ve kalfalık dönemlerimizde şehit sayısı giderek artmıştır. Ama şu ustalık dönemi yok mu? Şehitsiz gün geçmiyor neredeyse…

Abdullah Gül çıkıp da demesin mi, “İntikam alınacak…” diye… 

Hayda… Kimin intikamını kimden alacaksınız? Siz demediniz mi "Çok güzel şeyler olacak…" diye? Kantarın topuzu kaçtıktan sonra kimin ne diyeceğini Nostradamus olsa bilemez…

Ama… Sefa Yürükel, “2011 Türkiye İç Savaş Raporu”nu ilk yayınladığında tarihler 2003 yılını göstermekteydi. Zaman ne çabuk geçiyor değil mi?  Figen Özen kim bilir kaç kez işledi bu konunun hayati önemini? Ve geldik zincirin son halkasına…

Türkiye’ye yabancı güçlerin silahlı müdahalesi için yasal düzenlemeler İkiz Yasalar başta olmak üzere itina ile Meclis’ten geçirilmiştir. Bir de malum R2P var... Nedir R2P diye soranlara söyleyelim. Banu Avar uzun, uzun anlattı Kaş'taki söyleşisinde... Bu R2P "Koruma Sorumluluğu" yasasıdır. Küresel çeteler bir ülkeyi işgal etmenin adını "Koruma Sorumluluğu" diye adlandırmıştır. Emperyalizmin her türlü işbirlikçisi Türkiye’nin anayasa değişikliği ile federal bir yapıya geçmesi amacıyla, siz bunu devrimle kurulan ulus devletin yıkılması olarak okuyun, milleti uyuşturup, sindirerek bölünme sürecini atlatmaya çalışmaktadırlar.

Bu işte acelesi olan ise PKK ve arkasındaki ABD-AB koalisyonudur. ABD 2012’de Irak’tan çekilmeyi planlamaktadır. Ancak Kuzey Irak’ta kurdurduğu çakma Kürdistan’ın güvenliğinin sağlanması için Türkiye’ye anayasal bir değişiklikle federasyon dayatılmaktadır. Ayrıca, sınır güvenliğinin Türk Ordusu’ndan alınarak İçişleri Bakanlığı’na bağlanması için yapılacak yasal değişiklikler birilerine göre zamanını beklemektedir. Bölünme dayatmasının yasal kılıfı ise Yugoslavya’yı da parçalayan ” İkiz Yasalar”dır.

Türkiye 4 Haziran 2003_de TBMM’de oylanan ve Resmi Gazete’de yayınlanan İkiz Yasalar, iki adet uluslararası sözleşmeyi Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının üzerinde bir güç haline getirmiştir. Bu yasalar, Devlet’imizin temel esaslarına, kurucu felsefesine, Devlet’in ve milletin bütünlüğüne aykırı bir düzen önermektedir. Zurnanın zırt dediği yer ise ne yazık ki Anayasa’mıza göre İç Hukuk hükmündedir ve bağlayıcıdır.

Bu yasaların ilk maddeleri ”Halklara kendi siyasi statülerini tayin hakkı”nı tanıyan ifadeleri içermektedir. Bu maddelerin altına AKP, ŞERH koymamış ve bunu ayrıca beyan ifade etmiştir. Efendim?

Seçim döneminde “Yerel yönetimlere özerklikteki şerhi biz kaldıracağız…” diyen bir genel başkan mı çıkmıştı? “Gelin anayasa’yı beraber yapalım…” da mı demişti?

Neydi o eski reklam… “Yok birbirimizden farkımız, ama biz Osmanlı Bankasıyız.” (Bankanın adını anmak reklama girmiyor, çünkü o banka artık yok.)

Şimdi iç savaş provaları uygulamaya geçmiştir. Güneydoğu sınırlarımızda terör örgütünün sızmalarına karşı direnecek Türk Ordusu nerede ise devre dışı bırakılmıştır. Birileri, “Yetişin, bizim can güvenliğimiz kalmadı… Kültürel haklarımızı kullandırmıyorlar… Anadilde eğitime izin vermiyorlar… Yetişin ağabeyler” diye bağırmaya başladığında, Türkiye İkiz Yasalar ve R2P gereği dış müdahaleye direnecek bir dayanağa sahip değildir.

Bugün gelinen noktada mevcut siyasi partiler de dayatılan tehlike ve vahametin ne yazık ki farkında değillerdir. İş yine Türk milletine düşmektedir. Yerel önderler her yerde şuralar toplayarak gerçekleri topluma anlatmalı ve emperyalizmin müzmin tertibi tıpkı 90 yıl önce olduğu gibi bozulmalıdır.

Yazılarımızda “Kapılar çalmak lazım...” derken, kast ettiğimiz duruş bundan ibarettir. Çanlar ulus devlet için çalıyor, kanlar parçalanmaya direnci kırmak için akıtılıyor. Toplum, “Şu akan kan dursun da ne olursa olsun…” demeye zorlanıyor.