Evet demokrasimizin deva bulmaz hastalığı sistemin yetenekliden yana değil de, ‘arkalı’dan yana olma hastalığıdır.
Yıllar önce söylenen sözlere baktığımızda günümüzde öneminden hiçbir şey kaybetmediğini göreceğiz.
“Devlet makamları mukaddestir. Onları layık olanlara, sadece layık olanlara vermek lazımdır.”
Ülkenin en büyük serveti insandır.
Eğitim sistemimizin amacı da ülkesini seven, ona hizmetten zevk duyacak insanları yetiştirmek olmalıdır. Ülke başarısı insanları değerlendirerek kazanılır, harcayarak değil. Biz ise değerlerimizi siyasetçilerin insafsızlık değirmeninde öğüterek onların oyuncağı haline getiriyoruz.
12 yıllık iktidar dönemlerinde ne yazık ki “diğer olmak” ve “değer olmak” diye iki kavram çıkarttılar. İnsanlar iki kutuba ayrıldı.
Ancak, insanın haysiyeti kendi içinden gelir.
Bazıları çıkarken kaybeder şerefini,
Bazısının inerken alnı göğe yükselir…
Gündelik hayatımızda en çok konuştuğumuz, belki de düşünce madenimizi eriten ve meşgul eden hususların başında bu konular gelmekte ve bu unsurların uyumları hem devletin hem de insanların düzenini, huzurunu, hatta ömrünü belirlemektedir.
Siyasetçinin var oluş sebebi halktır; eğer o iyi düşünür, dürüst karar verirse (ki kendini buna mecbur saymalıdır) halkı eziyet çekmeyecektir."
“Elhamdülillah Müslümanız” deriz, “ Ya Allah Ya Bismillah” diyerek nutuk atmaya başlarız. Ama nedense Peygamber Efendimizin şu hadisinden öğüt almayız hiç:
“Siz ne giyiyorsanız, hizmetçilerinize de onu giydirin; elinizin altındaki kişilere yediğiniz şeylerden yedirin."
Öyle mi yapılıyor sizce?
Oysa şöyle düşünülebilse;
"Ben iktidarım, benim işim adalettir, lûtuftur. Ben kendi soframda ne yersem, halkıma da onu yediririm. Pişmiş, ham boğazımdan ne geçerse halkımın boğazından da o geçer. Ben kürk, atlas ne giyersem halkım da onu giyer. Ben bunları giyerken onlara eski elbise giydiremem. Çünkü Peygamber Efendimizin hadisinden öğüt alırım.
Gerek seçilerek gerek atanarak görev aldıkları yerlerde adaletle, doğrulukla yönetim göstermeyen yöneticiler, haksızlığa uğrayan bir mazlumun ağzından şu sözleri duyacaktır mutlaka;
"Ey iktidar sahibi, senin hükmün adalettir, azgınlık değil. Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkasına nasıl reva görürsün? Kim kuyu kazarsa içine kendi düşer, hadis-i şerifini okumadın mı? Çünkü zalimin zulmü, karanlık bir kuyudur..."
Hikaye bu ya,
"Adaletli olmasıyla tanınan bir padişah saray eşrafı ve hizmetçileriyle birlikte ava çıkar. Av sonunda, bulundukları yerde avlarını pişirip yemeye başlayacakları vakit bir bakarlar ki yanlarına tuz almamışlar. Padişah hemen bir hizmetçisini çağırarak yakındaki bir köyü gösterir ve "hemen git oradan bir tutam tuz al gel" der ve sıkı sıkıya da parasını ödemesini tembihler. Etrafındakiler hayretle, padişaha bu kadar tuzun köye ne zarar vereceğini sorarlar. O ise şu vurgulayıcı cümleleri sıralar:
-Eğer ben padişah olarak ücretini ödemeden halkın bir yumurtasını alsam, çevremdekiler o halkın bütün tavuklarını keser, yerler.
-Yine; eğer ben parasını vermeden bir elma alsam, onlar ağaçları kökünden söküp çıkarırlar."
İktidardakiler "geçmiş" herhalde geçmiş olduğu için pek dikkate almamaktadırlar.
O zaman bize düşen söz;
Olgunun halinden hiç anlar mı hâm
O halde sözü kısa kesmek gerek vesselam!
Her gününüz güzel olsun…