Bir sorun çözülüyor derken, yani "Kürt Sorunu" çözülüyor derken, başka bir sorun yaratmak...

Galiba görünen ya da görünmesi gereken bu...

Üstelik bu sorun bu kez, ülkenin kurucu kimliği inkâr ediliyor gibi görünmekte.

Ve bu görünüm; 90 yıllık süreçte, toplumda oluşturulmuş milli kimliğin refleksiyle daha da netleşir olmakta.

Yani daha derin bir sorun yaratılıyor olmakta. Ucu açık daha da derin bir sürece giriliyor olmakta.

Peki, hata nerede?

Hata şu ki; hiçbir siyasal parti ve siyaset, hitap ettiği kitleyi önceden böyle bir oluşuma, böyle bir çözüme hazırlamadı.

Hiçbir siyasal hareket, bu ülkede böyle bir sorunun er ya da geç gündeme geleceğini; uluslararası siyasal konjonktürün, böyle bir ortam yaratacağını gündemine almadı.

Hiçbir siyasal hareket, hiçbir basın; kendini ötekileştirmiş hisseden kimliklere karşı, öteleyen olarak görülen kesimlerde yumuşatıcı bir dil ve empati yapmalarını dillendirmedi.

Tam tersine; gerek basın ve gerekse tüm siyaset, yaratılan milli hamasetten özellikle beslenir oldu.

Öyle ki, hiçbir basın ve hiçbir siyasal hareket Ahmet Kaya'ya yapılanları kınamadı. Üstelik Türkiye basınının %90'ı bundan beslenen bir dil kullandı.

Hiçbir siyasal hareket; ötekileştirildiğini sanan kesimlerin içinde, bir nefret duygusunun birikeceğini ve birilerinin bu nefreti bir gün dışa vuracağını dillendirmedi.

Ve daha da tehlikelisi, hiçbir basın ve siyasal güç; bir gün bu nefretin, küresel güçler tarafından kullanılmasına bir fırsat yaratacağını görmedi ya da görmek istemedi.

Ve de hiçbir siyasal hareket, bu kesimin doğal tepkilerini bile suçlayan dili terk etmedi.

Ayrıca hiçbir siyasal parti:

-Bir devlet sorumluluğu içinde, 2000'li yılların 1940'lı yıllar olmadığını görmek istemedi.

-Kimliklerle barışmaya çalışmadı. Bu ülkede barış içinde yaşanacak bir ortamın oluşmasının önünü açmadı.

-Siyasal bir mutabakat oluşturmayı düşünmedi. Tam tersine her siyaset, diğer siyasetin söylemlerinden beslenir bir dil kullandı.

Ve sonuçta; sorunlarını konuşmayan bir toplum, sorunlarını konuşamayan bir siyaset yaratıldı. Adeta siyasal ve sosyal bir körlük oluşturuldu.

İktidara yönelik bakarsak:

-Yapılan hiçbir itiraz önemsenmedi. Sayısal güç siyasal güç sanıldı.

-Üstelik bu itirazlardan, siyaseten beslenen bir dil kullanıldı.

-Özellikle, İslami motiflerle cumhuriyet tahrip ediliyor gibi duyulan endişeler hiç paylaşılmadı.

-Milli sorunların, milli bir mutabakatla çözülebileceğini anlamak istenilmedi.

-Ve toplumda, bölgesel bir taşeronluk algısı yok edilmedi.

Muhalefete yönelik bakarsak:

-Özellikle böyle bir sorunu görmemekte, görse de bir çözüm üretmemekte direnir olundu.

-Türkiye'nin doğusunda, siyaseten varlığının tükenir oluşunu bile görmek istemez olundu.

-Ve de öyle bir siyaset oluştu ki, doğudaki varlığının silindiğini sorgulama yapmayacak kadar siyasal bir körlük oluştu.

-Ve de en tehlikelisi; Türkiye'nin doğusunu, etnik ve inanç kimliğine terk eder olundu.

Oysaki muhalefetin, özellikle de "Sosyal Demokrat" bir siyasetin doğuda yok olması demek, ülkenin bölünmesinin ayak sesleri demekti.

Bu ülkenin 90 yıllık bir sorununa, özellikle de ülkenin bölünebilme riskini içinde taşıyan bir soruna bu kadar gözü kapalı olmak, akıl almaz bir siyasal tavır oldu.

Sonuçta bugün bir noktaya gelindi.

Ancak toplumda, bu oluşumun içerideki siyasal iradeyle mi, dışarıdaki siyasal iradeyle mi oluşturulduğu kuşkusu yerleşir oldu.

Yani başta da ifade edildiği gibi, ucu açık, içinde kuşku barındıran daha derin bir sürece girilmiş oldu.

İşte bu ortamda muhalefetin, özellikle "Sosyal Demokrat" muhalefetin dışarıda durması siyasal sorumluluğun ötesinde bir tavırdır.

Yani tüm muhalefet ve toplumsal güçler, artık bu gelişmelerde siyasal ve sosyal sorumluluk almak zorundadır.