“Ben yanarım yavrum sana
Yavrum
yanar yavrusuna
Tabiatın
kanunu bu
Koyun
meler kuzusuna.”
Yürümekle
aşınmayan yolları arşınlıyorum. O
sokakların dili olsa da konuşsa: Günde kaç insan gelip geçer? Kimler zaman öldürmek
için dolaşır; kimler bir an önce gideceği yere varmak koşar adımlarla yürür?
Bir şarkı sözlerinde olduğu gibi “Kimler geldi, kimler geçti?”
Fotoğraf
makinem yanımdaydı. Işık, fotoğraf çekimi için pek uygun değildi. Sokakta
yürüyen yaşlı bir insan dikkatimi çekmişti. Zorlanarak yürüyordu. Onun
yaşındaki insanların yapabileceği en güzel şeylerden biri torunlarını sevmek
olmalıydı. Adam yaşlıydı, yorgundu, belki hastaydı. Yılların yorgunluğunu
üzerinde taşıyordu. En az onun kadar yorgun bir keçiyi ipinden tutarak
yürüyordu. İnatçılığıyla ün yapan keçi, bir kuzu gibi olmuş! Fotoğraflarını çekmek istedim. Sağ olsun,
kabul etti.
Fotoğrafını
çekebileceğim farklı bir konu bulmuştum. Gördüklerim beni
hüzünlendirmişti. Keçinin bir ayağı
sakattı. Birkaç kare fotoğraf çektim. Fırsat buldukça konuşmaya başladım.
Anladığım
kadarıyla keçinin, sütle beslediği bir yavrusu, bir oğlağı vardı. Annelik
duygusuyla kendini feda etmiş. Yanılmıyorsam, bulabildiği her yiyeceği
yavrusunu besleyebilmek için kullanacağı süte çevirmiş. Göğüsleri sütle
doluydu! Sahibine keçinin yavrusunun olup
olmadığını sordum. Oğlağını köyde bıraktığını söyledi.
Anneyle
yavrusunu birbirinden ayırmıştı. Yıllar öncesinden yaşanmış bir olayı
anımsadım: Yakından tanıdığım bir bayanın eşi ölmüştü. Bir süre sonra yeniden
evlenmek zorunda kalır. Evleneceği kişi çocuğunu kabul etmez. Çocuğuyla
vedalaşır. Yeni evleneceği kişinin yanına gitmeden önce cebindeki son paralarla
çocuğunun istediği defter kalem gibi şeyleri alır. Güvendiği kişilere teslim ettikten
sonra yeni evine gider. Yetim kalan çocuğunun öksüz de kaldığından haberi
yoktur!
Artık
saçmalamaya başladım. Bir insanla bir hayvanı karşılaştırmak mantıklı bir
davranış olmasa gerek!
Deveye
boynunun neden eğri olduğunu sormuşlar. Devenin verdiği karşılığı herkes bilir.
Amca yaşlıydı; yetmiş yaşın üzerinde olmalıydı. Eğer çocukları varsa ekmek
derdine düşüp yıllar öncesinden köyden ayrılmıştır. Ne kadar para kazanıyorlar,
o kadarını bilemem ancak; babaları bu yaşta çalışmak zorunda olduğuna göre fazla
söze gerek yok.
Sormak
içimden gelmedi. Belki çocuğu yoktu. Görünen köy kılavuz istemez sözünde olduğu
gibi amcanın söyledikleri de yaşanan acıları anlatıyordu.
Keçi,
kış boyu yavrusunu karnında beslemişti. Annelik duygusuyla kendini feda
etmişti. Amcanın konuşmasından anladığım kadarıyla satılmak için Çorum’a
getirilmişti. Yavrusu için ayırdığı sütle birlikte adak kurbanı(?) olarak
kesilecekti. Ayağı sakattı. Yavrusunun
hayatta kalabilmesi için kesilecekti. Para bulamayan sahibinin zorunlu olarak
elindeki bir şeyleri satması gerekliydi.
Yavrusunu
sütle besleyen bir hayvan kesilebilir mi, sakat, zayıf olan bir hayvandan adak
olur mu? Yaşlı adam bu kadar vicdansız mı? Yoksa bu kadar çaresiz mi kalmış?
Arkadaşların
siparişleri olan leblebileri aldıktan sonra biran önce otobüse binebilmek için
kestirmeden gitmek istedim. Terminalden
hareket eden otobüslerden birini Meydan Camisi civarında yakalayıp Afsad’ın
sergisine yetişebilirdim. Meydan camisinin yakınlarına geldiğimde yaşlı bir
bayan dikkatimi çekti. Elindeki poşetleri ağacın yanına koymuş; kaldırım
taşlarını yastık yapıp, gözlerini yummuştu. Dikkatini çekmeyecek bir noktaya
gelip fotoğraflarını çekmeye başladım.
Çok
geçmeden farkına vardı. Tepki göstermediğine göre beni ciddiye alıp adam yerine
koymadı!
Anlaşılan
keçinin kaybolan inadı gelip beni bulmuştu. Kendimi bir şey sanıp, milletin
başına ‘foturafçı’ kesilmiştim. Felaket tellallığı yapabilmek için şom ağzımı
açmıştım. İki tane ağaç için Taksim’i taksim edenlerden bir farkım yoktu!
Mutlaka kendimi huzursuz edecek, saçma sapan yazılar yazacak bir şeyler
buluyordum.
O
kadar çok kuşlar, böcekler, çiçekler varken; boyumun ölçüsünü aşıp anlamsız
şeylerin fotoğrafını çekiyordum. Bana mı kaldı kendine hayrı olmayan insanların
derdine yanmak?