“İnsan hayal ettiği müddetçe yaşar”  Yahya Kemal’in bu sözünden yola çıkarak rahatlıkla "hayali olmayanın gerçeği olmaz" ifadesini telaffuz edebiliriz.

İnsanlık tarihi, tekerleğin icadından yazıya, kil tabletlerden papirüse ve kâğıda, baruttan matbaaya ve hızla geçersek zamanı bilgisayara hep yapmak üzerine inşa edilerek bugünlere gelinmiştir.

“Yapmak” eylemini sabit kalemle yazarak sürdürelim yazımızı…

Bir de “olmak” fiili vardır. Bu fiil de insanın tarihinde hayallerin diğer ayağını oluşturur.

“Olmak” fiilini ve hayalleri de sabit kalemle yazarak devam edelim…

İnsanı çeşitli ölçütlerle sınıflandırabiliriz. Kısa ve uzun boylular, şişman ve zayıf olanlar, esmerler, sarışınlar, kumrallar, zenciler, Kızılderililer, Çinliler vb… Hangi ölçütü kullanırsak kullanalım insanı tartmada en sağlam ölçüt “yapmak isteyenler” ile “olmak isteyenler” ayrımıdır.

Girişte saydığımız icatları yapanları düşünelim, tekerlekten bilgisayara giden yolculukta bunları icat eden, geliştirenler öncelikle “yapmak” için yola çıkanlardır.

Ya “olmak isteyenler”?

Salt “olmak” için yola çıkmak, habis bir kanser hücresini beyninin kıvrımlarında gezdirmek ve onu çeşitli toplumsal yapılarda kendi ihtirasları için kullanmaktır. Salt olmak takıntısı hayal gibi görünse de o yolda her şeyi göze alan bir ihtirasın ifadesidir. Bu tipler hangi alanda olurlarsa olsunlar, dernek, sendika, parti vb, “olmak” dışında bir açılıma sahip değillerdir.

A kişisi diyelim ki bir sendikanın üyesidir. Sendikanın genel politikalarından kaynaklanan bir anlayışla tabanda rahatsızlık başlamıştır ve mevcut yapı içinde kalmak yerine yeni bir sendikal oluşum ülke genelinde inşa edilmektedir. Yeni oluşuma sıcak bakan sendika üyeleri kendi aralarında toplanarak kurulan yeni sendikaya geçmeyi düşünmektedirler. Konuşmalardan varılan sonuç seçilecek üç kişinin genel merkeze giderek o ilde sendika kurma yetkisini almasıdır.

Birkaç gün sonra “Arkadaşlar içimizden üç kişiyi seçelim de genel merkezden şube kuruluşu için yetki alalım artık…” dediğinde bir de bakarlar ki içlerinden bir kişi kendi başına genel merkeze giderek şube kuruculuğu yetkisini almıştır.

Burada durup netleşen fotoğrafa dikkatle bakalım mı?

Ortak akıl, seçilecek üç temsilciden söz ederken, bir kişi kimseyle mutabık kalmadan genel merkeze gitmiş ve yetkiyi tek başına almıştır. İşte burada “yapmak” değil, “olmak” fiili öne çıkmaktadır. Demokrasi, ortak akıl gibi kavramlar ve ilkeler cami avlusuna bırakılmış çocuk gibi kimsesizdir. “Olmak ya da olmamak…”

İkinci kare…

“Olmak” sevdalısı muhteris kurulan sendikaya “başkan” olmuştur. Onlar erdi muradına biz çıkalım kerevetine, derler ya aynen öyle…

Yola birlikte çıktıkları arkadaşlarından biri “Tamam başkan oldun, artık işyerlerini gezerek örgütleme çalışmalarına başlayalım ve bir çalışma takvimi hazırlayalım…” dediğinde gelen yanıtı da sabit bir kalemle yazmalıyız bir yerlere…

“Dur be abi… Başkan olduk, başkanlığın tadını çıkaralım!…”

Asal meselede “yapmak” değil de “olmak” söz konusu ise örneğimiz sendikadan yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki kitleleri örgütlemek, onlara doğru düşünceyi taşımak gibi yapımların esamisi bile okunmaz.  O tip, başkan olmuş ve iş bitmiştir. Şimdi sıra yapar gibi görünerek yerini korumak ama en tepeye çıkarak milletvekili olmaktır.

Baş ol da soğan başı ol... Etrafa yayılan kokuyu duymazdan gelmek ne mümkün? Hani milletçe "üç maymun"u oynuyoruz ya... Koku da duyulmaz, yapılan yanlışlar da görülmez.

“Olmak” ihtirası kanserli habis bir hücredir ve ne oksijeni sever, ne de temiz havanın getireceği etik ilişkileri. Her şey ve her yer bir araçtır. Ne için? O tipin olmak ihtirasına hizmet için…

Örneğin, “O hırsız herifin derneğine üye olmam” mı dedi?… Bir süre sonra hırsızlıkla suçladığı kişinin başkan olduğu derneğe önce üye ve ilk genel kurulda yönetim kurulu üyesi olacaktır. Artık o veliaht prenstir. Tükürdüğü yüze sıkılmadan baktığı içindir ki, merdivenleri hızla çıkacaktır…

Mesele yapmak değil de olmak olunca ne sıkıntı olabilir ki? O tipin ayrıca çok ama çok işi vardır. Asıl sorun, işin olması değil işi varmış da çok çalışıyormuş gibi görünmektir. Kolay mı hem işe git, hem sendikada başkan ol, hem de bir dernekte yönetim kurulu üyesi ol…

Vay babam vay… Bir koltukta kaç karpuz taşınırsa…

Sizin önde giden tarzınız yapmak değil de olmak ise ne beis var? Nasıl olsa bir işin ucundan tutmuyor, tutamıyorsunuz, çünkü “çok” işiniz var.

Derken sendikada yaşanan bir tartışma sonucu yönetimde istifalar başlar, yedekler gelir onlar da istifa eder ve yasa gereği genel kurul kaçınılmaz olmuştur. İşin en acı tarafı ise o tipin aday olması halinde seçilme olasılığının kalmamasıdır.

“Sendika ne durumda?”  diye soranlar var biliyorum. Sendika “gibiler diyarında gibi sendika” halindedir. Yani adı var kendi yok… Arada bir basın açıklaması yaparak durum geçiştirilmektedir. Malum “duygusal” durumlar gereği arada yemek yaparak yaralara merhem bulmak hayatın gereğidir.

Tabanda çalışarak kitleyi örgütlemek” mi dediniz?

Siz de pek hoşsunuz vallahi…

Eğer kitleyi örgütler de üye sayısını arttırırsanız, sizin seçilme olasılığınız ne hale gelir? Sırası mı şimdi tabanın? Ahbap çavuş muhabbetiyle işi bitirmek ve başkan olmak… Buna “ilm-i siyaset” (!) diyenler de var…

Derken bir sabah erken… Sendika yönetimi elden gider ama gelen ekip kendi yandaşlarıdır. Sendikada karşı liste çıkaracak bir taban hareketi hayat bulamamıştır.

Sıra yönetim kurulu üyesi olduğu derneğe başkan seçilmededir. Maksat ismi gündemde kalsın… O başkan olsun da ortalık yanmış yıkılmış…

Aklı ve fikri hep daha, daha yukarılardadır. Ne demiş şair, “Ağır, ağır çıkacaksın bu merdivenlerden”…

Bizim muhterisin ağır çıkışa itirazı vardır. Sendikanın bağlı olduğu konfederasyona genel başkan olmak ister kaçınılmaz olarak. Amaç sendikal mücadele bayrağını yukarılara çekmek değildir ama… Ne demiştik, o milletvekili olacaktır. Her şey bir araç, her yer bir basamaktır.

Konfederasyon başkan adaylığı için yaşanan süreç başlı başına bir film senaryosudur… Kimlerin etekleri öpülmemiş, ağız dolusu sövülen bazı isimler nasıl destek için aranmamıştır. Seçim sonuçları istendiği gibi olmayınca yapılan alicengiz oyunlarını ise her babayiğit düşünemez. Çünkü bizim muhteris yönetime girememiş, yedekte kalmıştır. İşe bak… Birinci yedek… Demek ki yönetimden birini istifaya zorlayıp asansörle yukarı çıkmak ve… Evet, sayın seyirciler… En az oy alan yönetim kurulu üyesinin “başkan” seçilmesi… Şu demokrasinin de tadına doyum olmuyor… Yeme de buzlukta sakla…  İlerde demokrasi müzesinde steril ortamda sergilensin de gelecek kuşaklar ibret alsın diye…

Bu anlattıklarımı okuyanlar şu soruyu soracaklardır. “Neden isim vermiyorsun?”…

İlahi dostlar eğer isim vermeye kalksam, yazı ne kelime, nehir roman sayfaları yetmez saymaya bu kanserli habis hücreleri… O kadar çok ve yaygınlar ki…

Arkadaşlar, biz neden karşıdevrime direnemiyoruz? Neden Atatürkçüler, Kemalistler, Ulusalcılar, devrimciler birleşip de her türlü etnik, dini siyasi ayrılıkları öteleyerek milleti tam bağımsızlık bayrağı altında birleştiremiyoruz mu diyorsunuz?

Bir söz vardır, “Herkes kendi kapısının önünü süpürse bütün şehir tertemiz olur” diye… Her yurttaş kendi bulunduğu yapılarda, parti, sendika, dernek, “olmak isteyenlerden mi yanayım”, yoksa “yapmak isteyenlerden mi yanayım” diyerek duruş belirlemedikçe o habis kanser kaçınılmaz sonu beraberinde getirecektir.