Türkiye’de 1950’li, 60’lı, 70’li yıllardan 1980’ne kadar devletçi ekonomi ile liberal ekonominin kavgası yaşandı. Siyasete yansıyan da bu kavga idi.

Bu kavgada:

Devletçi ekonominin siyasal temsilcisi, dolgusu daha millici bir çizgide Kemalist cephedir.

Liberal ekonominin temsilcisi, dolgusu piyasa sistemi olan ve küresel sermayeye açık İstanbul sermayesidir.

Darbelerin en önemli ana nedenlerinden biri, toplumsal şiddeti özellikle tahrik eden, zaman zaman devleti işlemez hale getiren işte bu kavgalar olmuştur.

80’li yıllardan itibaren ise bugünlerin Türkiye’sini belirleyen yeni bir kavganın işareti görülür oldu.

İşte bu işaret, “İstanbul sermayesi” ile Anadolu Kaplanları da denilen “Anadolu sermayesi” arasında yaşanan bir kavganın işareti idi.

Bu kavgada; cumhuriyetçi söylemler İstanbul sermayesinin, geleneksel değerler ve de İslami söylemler Anadolu sermayesinin yapıştırıcı gücü olmuştu.

Aslında her ikisi de liberal ekonomi ve piyasa sistemini savunan sermaye grupları idi.

“Post Modern Darbe” diye de adlandırılan 28 Şubat 1997 müdahalesine, işte bu kavga damga vurmuştu. Kavganın asıl nedeni ise iktidar ve pazar paylaşımı olmuştu.

***

O günün iktidarı, Refah Partisi (RP) ile Doğru Yol Partisi (DYP) koalisyonudur. Yani liberal İstanbul sermayesi ile muhafazakâr Anadolu sermayesinin zorunlu bir koalisyonudur.

Döneminin Başbakanı Necmettin Erbakan, yardımcısı Tansu Çiller, Cumhurbaşkanı ise Demirel'dir.

28 Şubat'ın, çok önemli iki belirleyici nedeni vardı:

-İstanbul sermayesine göre “yeşil sermaye” denilen, giderek büyüyen ve devlet olanaklarından faydalanan bu sermaye durdurulmalı, iktidardan tasfiye edilmelidir.

-Küresel sermayeye göre de yükselen Siyasal İslâm'ın “Batı karşıtlığı” kırılmalı, “Ilımlı İslam”ın önü açılmalıdır.

Çünkü “Ilımlı İslam”, ABD merkezli RAND Corporation isimli düşünce kuruluşunun gündeme sunduğu, İslam ülkelerine yönelik bir proje idi.

Ve de RAND’a göre:

-Sosyalist sistemin dağılması ile İslam dünyasında yükselen Batı karşıtlığı eritilmeli ya da kontrol altına alınmalıdır.

-Hem bölgesel hem de İslam dünyasındaki öneminden ve konumundan ötürü, Türkiye'de “Ilımlı İslam”ın önü açılmalıdır.

***

Nitekim bir el tarafından düğmeye basılır.

Birden bire cinci hocalar türetilir, sahte şeyhler ve müritler Ankara sokaklarına salınır. Birden bire Fadime Şahinler türetilir, ahlaki değerler piyasaya sürülür.

Özellikle o günkü büyük basın, toplumun hassasiyetini kaşır, sivil bir kamuoyu oluşturulur. Özellikle ordunun laiklik hassasiyeti daha da yükseltilir.

Ve 4 Şubat 1997 günü Ankara’nın Sincan caddelerinde, 20 tank ve 15 zırhlı araçla iktidarın İslamcı kanadına sert bir uyarı yapılır.

28 Şubat 1997 günü ise Milli Güvenlik Kurulu (MGK) kararları ile yaratılan müdahale, gündeme damgasını vurur.

Ve müdahalenin amacı, “Cumhuriyet’i bir tehlikeden kurtarmak” ve de “irticaya dur” olarak sunulur.

Dik durması gerekirken, her zaman şapkasını alıp gitmeye alışık Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, bu kez gitmez ama dik de durmaz. Ordunun uyarısından hareketle, iktidarın İslamcı kanadını temsil eden Başbakan Erbakan'a bir uyarı mektubu gönderir.

***

Sonuç olarak diyebiliriz ki:

28 Şubat’ın asıl hedeflerinden olan, ABD kaynaklı “Ilımlı İslam” projesini, ne İslamcı siyasetler okuyabildi ne de sağ-sol siyasetler ve askeri kadrolar okuyabildi.

Öyle ki, BOP eş başkanlığına kadar sürüklenen bir siyasal sürecin temeli, işte o günlerde atılır oldu.

Ve yine diyebiliriz ki, 28 Şubat sonu gelişen siyasal oluşumda, İstanbul sermayesinin değil ama küresel sermayenin isteği gerçekleşir oldu.

Ama yine de bir soralım:

-O gün 28 Şubat’a övgü dizenler…

-Darbelerle Cumhuriyeti kurtaracağını ve de darbeyle siyaseti terbiye edeceğini sananlar…

-O gün 28 Şubat’ı, “Cumhuriyet’i bir tehlikeden kurtarmak” olarak sunanlar…

-Ve ülkeyi, günümüze kadar devam eden siyasal bir krizin içine sokanlar…

Acaba neye hizmet edildiğini, neye hizmet ettiklerini bugüne kadar görebildiler mi?

Her türlü askeri müdahalelerin arkasında, Amerika'nın ve Batılı emperyal siyasetlerin, siyasi hedefleri olduğunu görebildiler mi?

Ve de bu siyasal körlükten bir an olsun kurtulabildiler mi?

Yine de zamanın amiral gemisi Hürriyet Gazetesi’nin genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök, tüm basın adına “O dönem dolduruşa geldik, pişmanım” diyerek günah çıkarmıştır.