Bu ülkede insanları geçmişine düşman etmek için her türlü yola başvuruluyor. Ben genç olsam zannedeceğim ki,  Türkiye neye kavuştuysa son 10 yılda kavuştu. Son 10 yılı idare edenler bu ülkeye demokrasiyi getirdi. Ondan önce her şey kötüydü, berbattı, tu kakaydı.

Nereden başlayalım. Hadi sayın Başbakanımızın Kartal-Kadıköy Metro hattının açılışında yaptığı konuşmalardan. Ne yaptı Sayın Başbakanımız? 3,1 milyar liraya mal olan bu mühendislik ve teknoloji harikasına İstanbulumuz kavuştu. Bunu kazandıran Sayın Topbaş’a, Burada emeği geçen mühendisilere, işçilere herkese teşekkür etti. Teşekkür etmek az olur Sayın Başbakanım, imkan olsa ben onların tek tek alınlarından öpmek isterim. Yıllar önce Berlin’i, o yer altı metrolarını gezerken hayıflanmış, üzülmüştüm. Kendi kendime “Ya Rabbim! biz bu nimetlere ne zaman kavuşacağız, benim Ankara’m, İstanbul’um, İzmir’im buna layık değil mi? Diye sorguladım. Gün geldi. İşte bunlara peyder pey kavuşuyoruz. Bunlara sevinmemek için vatan haini olmak lazım.

İyi has da buna sevinirken şu haber insanın içini burkuyor: "Başbakan Erdoğan, dün yine kendi yaptıklarını överken, geçmişi, uzak geçmişi 'öfkeyle' ve 'beğenmezlikle' yâd etti. 10. Yıl Marşı'ndaki 'Demir ağlarla ördük ana yurdu dört baştan' cümlesine atıfta bulundu. O dönemde hiçbir şey yapılmadığını ima ederek 'Neyi ördünüz?' diye sordu.

Şimdi bu cümlelerin bir gereği var mı?

Bu insanlar sizin yaptıklarınızı takdir ediyor. Takdir ediyor ki, üç defa üst üste yüksek bir oy oranıyla sizi iktidarda tutuyor. Kendi yaptıklarınızla övünebilirsiniz. Ama, geçmişi uzak veya yakın karalamanın ne anlamı var? Üstelik 1923-1938 döneminde son on yılın üç katı demiryolumuzun olduğunu kayıtlar ortaya koyuyor.

Bir bayram arefesinde üstelik. Bir gün sonrada kanlı terör ülkeyi kana buluyor. İnsanlarımızın kin, nefret, öfke içeren sözlere değil; barış, kardeşlik, vefa duyguları içeren sözlere ihtiyacı varken.

Erdoğan'ın bu sözlerine Habertürk Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı'dan sert bir tepki geliyor. "İlk 10 yıla laf söyletmem" diyen Altaylı, yazısına "Atatürk 'ten sonra Türkiye'nin başına geçen liderlerin toplamını alsan, yetinmeyip bir de beşle çarpsan bir değil, yarım Atatürk etmezler” sözleriyle devam ediyor.

Sayın ALYAYLI da ifrata kaçmıyor mu? Katılıyorum, ilk on yıl çok farklı bir yerde. Atatürk’ü kimseyle kıyaslamak zaten abesle iştigal. Ama, bu arada gelmiş geçmiş, ülkemizi yönetmiş insanlara çok haksızlık etmiyor muyuz?

İkinci Dünya Harbi’nde her taraf kan ve barut kokusu iken, diplomatik başarılarıyla ülkeyi bu harpten uzak tutma başarısı gösteren Rahmetli İnönü bu sözlerden alınmayacak mı, kemikleri sızlamayacak mı?

Daha yakınlara doğru gelelim. Hatalarıyla doğrularıyla bu dünyadan Rahmetli Menderes geldi geçti. Ben Rahmetlinin ilk iktidar yıllarında doğmuşum. Onun siyasi dönemini hali hazırda bile kitaplardan öğrenmeye çalışıyorum. 1969 yılında yayınlan Şevket Süreyya’nın “Menderes’in Dramı” ilk defa o yıl okumuştum. 17 yaşındaki bir ilkokul öğretmeni adayı olarak belki pek bir şey anlamamıştım. Ama, bu gün de masamın üzerinde duruyor. Kimse katılmayabilir ama, Menderes’i olabildiğince objektif anlatmaya çalışmış. Olmadı. Nazlı Ilıcak. Belki o duygusal davranmıştır. Bir başka eser. Şevket Çizmeli’nin. “Menderes Demokrasi Yıldızı?” Size bir çırpıda farklı boyutta üç kaynak. Tek boyuttan bakmayıp farklı boyutlardan bakan üç kaynak.  Daha niceleri elbette var.

Şimdi benim burada esas konum, bu insanlara haksızlık edilmemesi. Bu ülkeye hizmet etmiş, sonunda bedelini canıyla ödemiş bu Başbakan’a nasıl haksızlık edebiliriz. İdam sehpasına giderken söylediği son sözleri bile 50 yıldır hiç aklımdan çıkmaz.

“-Hayata veda etmek üzere olduğum şu anda, devletime ve milletime ebedi saadetler dilerim. Bu anda karımı ve çocuklarımı şefkatle anıyorum…” der ve idam sehpasına doğru yürür. Kapıdan çıkarken şu sözler işitilir: “Hiç muğber değilim!” der. Savcı kendisine o ana uygun bir cevap verdiğinde sözlerini tekrar eder: “Evet, hiçbir iğbirar duymuyorum!” der ve yürür.

Bu yüce duygunun sahibi insan nasıl unutulur, nasıl incitilir? Bir dönem gelmiş. Lehinde aleyhinde çok sözler söylenmiş olabilir. Tarih ve geçen zaman, artık bize çok sığ siyasi mülahazalardan uzak bakmayı ve düşünmeyi gerektirmiyor mu? Yakın tarihimizi kin, nefret, düşmanlık üzerine inşa edersek gelecek nesillerimize kötülük etmiş olmaz mıyız?

Kendi tabiriyle bu ülkenin son 50 yıllık tarihine damga vuran bir Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız. Sayın Süleyman Demirel. 70’li yılların çalkantıları arasında çok hırpaladığımız bu büyük insanın yaptıklarına geriye dönüp baktığımızda, haksızlık ettiğini anlıyor insan. Gerçekten de bu ülkenin her çakıl taşında her karışında damgası var.

Rahmetli Menderes döneminde köylü traktör sesini duydu. Kasabayı, pazarı keşfetti. Ama, köy öğretmeni olarak çalıştığım 1970’li yıllarda (Demirel, Ecevit ve Diğer koalisyonlar döneminde) her üç dört köylüden birinde traktör vardı. Köylü artık biçer-döver vb. pahalı tarım alet ve makinalarını da alabiliyordu. Unutmayalım ki, bu yıllarda biz İstanbul’a yapılacak ilk boğaz köprüsü nedeniyle Sayın Demirel’e protesto yürüyüşleri düzenliyorduk.

Bugün ne güzel. Kartal-Kadıköy metromuz var. Ancak unutmayalım ki, O günlere göre köylünün traktör sahibi olması en az bugünkü metro kadar önemliydi.

Gelelim 80’li yıllara. Özellikle Özal’lı yıllara. Yaptıklarının en az onda dokuzu harika şeyler. Eleştirirken el insaf demezse adamın dili durur. Örneğin, şu telekominikasyon. Hepimiz evlerimizde telefon sahibi olduk. Anamızla babamızla sevdiklerimizle her gün her dakika konuştuk.

Kısa dönemlerde iktidara gelmiş, çoğu da maalesef kriz dönemlerine rastlamış Rahmetli Ecevit. Ben Türkçe’yi, O’nun ve arkadaşlarının çıkardığı “Özgür İnsan” dergisiyle sevmiştim. Şiir gibi kullanırdı Türkçe’yi rahmetli. Seveni de sevmeyeni de bugün O’nun demokratik nezaket ve üslubunu, dış politika konusundaki bilgeliğini daima takdirle yad etmekte olduğunu düşünüyorum. Burada biraz da boyumdan büyük bir laf edeceğim izninizle. “Eğer Ecevit Amerika’ya kayıtsız şartsız boyun eğseydi 1974’lerde estirdiği rüzgar en az iki binli yılları bulurdu.” Rahmetli ne yaptı? Amerika Kıbrıs’a çıkma dedi. O çıktı. Haşhaş ekmeyeceksiniz dedi. O ekeceğiz dedi.

Şimdi bunları fazla uzatmanın manası yok. Üstelik burada kısa kısa belirttiğim hususların sayfalar dolusu yazmayı, tartışmayı gerektirdiğini biliyorum. Birileri bana saçmalamış, yok köylünün traktöründen, haşhaşından bahsediyor. Bu henüz çağa ayak uyduramamış diyecekler. Ama, Türkiye, bu günlere nasıl geldi diye düşünmek gerekiyor. Çarık giyerken iskarpin giymeye nasıl başladık? Karasabandan nasıl kurtulduk? Dün tozlu yollarda atla, eşekle giderken bugün duble yollarda nasıl gidiyoruz? Tüm bunları neye ve kimlere borçluyuz. Bunları iyi analiz etmemiz lazım. Geçmişi karalarken o dönemin koşullarını dikkate almalıyız. Geçmiş yöneticilerimize düşman değil, dost olarak bakmalıyız.

Son Söz: Rahmetli Babacığım, ortaokula giderken bana bir Hislon marka saat alamamıştın. Senin en küçük torunun bugün bilmem ne marka saat taşıyor. Nur içinde yat.