I

Sığ sular, derin denizlerle susuzluk arasında sıkışıp kalmış bir kesittir. Sürü kaçkını bir yavru balık bile uğramaz sığ sulara. En küçük teknenin bile karaya oturduğu bir yerdir orası.

Ya derin denizlere yönelmek zorundasınız ya da karaya çıkmak.

Sıkıntılı bir eşiktir sığ sular. Hani derler ya “Git, git diz kapak adalarına bile gelmiyor deniz!” Küçük çocukları oynasınlar diye rahatça bırakacağınız yer anlamına gelir. Sıkıntı yok, yani…

Şeylere/olgulara bakış açımız kendi tanımını da beraberinde getirecektir kaçınılmaz olarak. Edip Cansever, Erdal Öz’e mektubunda “Sıkıntının değerini bil, herkes sıkılamaz” der.

Sıkıntı bakış açımız, duruşumuzla gördüğümüz bir olgudur. Bir durak, toplumsal koşullarla şekillenmiş, içinde bulunulan bir vakit. Vaktin süresi ise bizim onu algılayıp, çıkışa yönelmemizle uzar veya kısalır. “Çare, çaresizlikte gizli” demiştim bir şiirimde.

Sıkıntı, sıkışmışlık hâli bizde “verimli çatlaklar” açarak derin sulara dümen kırmamızda deneyim eşiğidir.

II

Aynı vakti paylaşan, bakıp da görebilenler için tanıklık, hüzün ve acı verdiği gibi hayatın bir de şenlikname boyutu vardır. Zıtların birliği…

Zıtların birliği, gerçekçi bir okumayla doğanın ve evrenin ol-öl sarkacında döngü yasasıdır. Biricik anlamı varoluşun.

Tanıklıkların yazıyla buluşması ise geleceğe mektuplar olarak harf kanadında geçerler zamanı. Hep söylerim ya eserdir imzayı yaşatan ve zamanı aşıp giden, diye. Eserin bugün bakılıp da görülmemesi eserin ve imzasının hatası değildir. Sığ sularda gemi kaptanı olduğunu düşünenlerin bakış açısının sığlığındandır.

III

Mücadeleci bir yapıyla; “hayır, pişman değilim hiçbir şeyden” diyen bir iç huzurun, çelişki gibi görünmesi yanıltmasın kimseyi. Zıtların birliğinin evrenin temel yasası olmasının bireysel hayata yansımasıdır sadece bu durum.

IV

Neyi yazdığımızdan çok, nasıl yazdığımız sanat olmakla olmamak arasındaki uçurumdur. Bunu anlamak kimileri için kısa yoldur, kimileri için ise ne uzun bir yolculuktur. Ne yazık ki öyleleri vardır ki ömür biter bu uçurum kapanmaz bir türlü. Şöyle bir sanat tarihine bakınız lütfen. Yaşadığı dönemde çok popüler olanlar da dâhil kaç kişi aşabilmiştir zamanı. Moda, geçici yenilik değil miydi?

V

Özel-gizli ilişkisinde derinlik, özelde saklıdır. Özel, sanatın esin gücü olarak yapıtlarda yaşayan, kim olduğu saklı kişidir. Kimyada tepkimeye girerek onu hızlandıran ve tepkime bittiğinde kaybolan katalizör madde gibi.

Işıksız aynada hayatı ve zamanı okuyup yeniden söyler sanat. Bu bir kurgudur. “Kurgu yalandır” der Stephan King, “İyi kurgu yalanın içinde gizli gerçektir.”

O özel, sanatçının kendi seçimi gibi görünse de o, güçlü bir çekim alanı ve ışık kaynağıdır. Yazılan her metin, o ışıkla kaleme alınır. Sanatçının eli o ışığı tutandır sadece.

Gösteren-gösterilen ilişkisinde metnin nasıl kendi yaşamı varsa, o özelin de özel bir yaşamı vardır. İşte giz de bu noktada başlar. Tensellik ile aşk arasında ışık yıllarınca mesafe vardır dersen abartmış olmam umarım.

O metinler vardır sadece okuduğumuz şiirler, dinlediğimiz şarkılar, filimler belki izlediğimiz.

O “özel ve gizem” ise okur-dinleyen-izleyen için bir merak konusudur her zaman için.

Meraklısı için ek: Haluk Oral matematik profesörü. Ama öyle kitaplara imza atıyor ki, edebiyat tarihçilerine tur bindiriyor dersem hiç de abartmış olmam. “Bir Roman Kahramanı Orhan Veli” adlı kitap için 15 (on beş) yılını vermiş. Bir şairin şiirinin derin köklerini okumak isteyenlere öneririm efendim. “Şiir Hikâyeleri” adlı çalışmasıyla da Doğan Hızlan’ın ifadesiyle “edebiyat arkeoloğu” olduğunu bir kez daha ispatlıyor.