Yıl 1923...

Ankara bozkır…

Toz toprak Ankara…

O tarihlerde Ulus’la Çankaya arası bomboş bir arazi…

Bir zamanlar, Timur Devleti İmparatoru Timurlenk’in, ağaçların sıklığından dolayı, fillerini geçiremediği Ankara’da; ağacın ve yeşilin zerresi kalmamış…

Sıcak, sıkıntılı bir yaz günü akşamı…

Atatürk, Çankaya Köşkü’nün bahçesinden Ankara’yı seyrediyor. Ufukta güneş batmak üzere…

Bugünkü Kızılay ve Bakanlıklar semtlerinin bulunduğu alanlarda, toz hortumları yükseliyor gökyüzüne… Ortalıkta kurumuş diken dalları savrulup, uçuşuyor…

Atatürk, köşkün tadilat işlerini yapan, Müteahhit Arif Hikmet Koyunoğlu ve adamlarına; “…Bakın çocuklar, bir gün gelecek, şu çorak tarlalar üzerinde devasa ağaçlar yükselecek. Bu arazinin üzerinde çarşı merkezleri, apartmanlar, villalar olacak, semtler kurulacak. Bu semtler; yeşil alanlarla, üçer şeritli, gidişli gelişli asfalt yollarla birbirine bağlanacak… Burada yemyeşil bir kent doğacak… Bunu çok yakın zamanda tüm dünya ile birlikte hep birlikte göreceğiz…” diyor.

Atatürk’ün hiç te inandırıcı gelmeyen bu söylemi karşısında; Müteahhit Arif Hikmet Bey ve adamları, Atatürk’e hissettirmeden birbirlerine bakıp, dudak büküp tebessüm ediyorlar…

* * *

Atatürk, yakın çevresine; “bu kasaba görünümlü bozkırı, başkent olarak seçme nedeninin; bir inanılmazı başararak, Türk’ün gücünü ve azmini tüm dünyaya kanıtlamak olduğunu…” söylüyor.

Atatürk sabırsız…

Atatürk heyecanlı…

Bozkır Ankara; “bir an önce yeşersin, bir an önce ağaçlansın” istiyor. Kim bilir belki (çok şeyi bilip, çok şeyi, çok önceden görüp, sezdiği gibi) uzun ömürlü olmayacağını da biliyor. Acele ediyor… Yarattığı bu eseri, içine sindire sindire görüp, yaşamak istiyor…

Kurtuluş Savaşı günlerinde, Ankara Karargâhında, “yemek yedikleri masanın üzerine konacak, bir demet kır çiçeği bile bulunamamasının” burukluğunu, anlatıyor sık sık...

Atatürk, çevresindeki arkadaşlarından, özellikle çevre konularında beklediği tepkileri alamamasına karşın sohbetlerinde inatla bu konulara değiniyor; ağacın ve yeşilin önemini anlatıyor.

Sadece kendisinin değil, tüm Ankaralının çiçek yetiştirmesini, yeşili ve ağacı sevmesini istiyor.

İstanbul’dan ünlü çiçekçi Yorgo Sabuncuyan’ı, Ankara’ya getirtiyor ve Sabuncuyan’dan; Ankara’ya da, bir çiçekçi dükkânı açmasını, istiyor.

O tarihlerde Ankara’da lokanta yok, manav yok…

Ankaralı sebzeyi bilmiyor ki, çiçeği tanısın, çiçeği bilsin... Sebze kültürü yok ki, çiçek kültürü olsun, çiçeği sevsin, çiçek alsın…

Bütün bunları bilen ve aklından geçiren Sabuncuyan tereddütlü ve sıkıntılı… Ama aksine bir şey söylemeye de, cesaret edemiyor…

O’nun tereddüdünü sezen Atatürk “…Yorgo, sen hele dükkânı bir aç… Çiçeklerini alan olmazsa, hepsini ben alırım, sen endişelenme…” deyip Yorgo’yu ikna ediyor.

* * *

Atatürk Çankaya’daki bağ evinde yaptırdığı tadilat sonrası, bahçesinin düzenlemesini de yaptırmak istiyor.

Aslında bu kültür ve bu zevk, kendisinde ziyadesiyle olmasına karşın; bu işi, bir peyzaja yaptırmak istiyor. Bu iş için, İzmir’den Bahçe Mimarı Mevlüt Baysal’ı davet ediyorlar.

Bahçede gerekli tetkikleri yapan Mimar Baysal; hazırladığı proje hakkında Atatürk’e (bahçeyi gezdirerek) bilgi veriyor. Bahçede bulunan kayın ve karakavak ağaçlarının önüne geliyorlar.

Mimar Baysal “… Buradan yol geçiriyorum. Dolayısıyla bu iki ağacı kesiyorum Paşa Hazretleri” der demez, Atatürk müthiş sinirleniyor. “Vay beyim vay!…” diyor. “Senin ömründe böyle bir ağaç yetiştirmişliğin var mı ki, fütursuzca ‘keselim’ diyorsun!… Sen nasıl bahçe mimarısın… Sen bu canlara, nasıl kıyarsın!…”

Adamcağızı apar topar huzurdan çıkarıyorlar.

Uzun süre sakinleştiremiyorlar Atatürk’ü… “Ağacı kesecekmiş haa… ağacı!?…Hay seni bahçe mimarı yapanı!…” diye söyleniyor, günlerce…

* * *

Yine bir gün, yorgun argın bir akşamüzeri arabasıyla Meclisten, Çankaya’ya çıkarken, şoförünü büyük bir telaşla durdurup, arabadan iniyor. Orada bulunan işçilere; “burada bir iğde ağacı vardı… n’oldu o ağaca?” diyor. İşçiler, “yol genişletme çalışmaları nedeniyle, iğdenin kesildiğini…”söylüyorlar.

Buna çok canı sıkılan ve çok üzülen Atatürk, arabasına biniyor ve ağlıyor…

Evet… ağlıyor…

Ömrü savaş meydanlarında geçmiş, nice ölümler görüp, nice acılar yaşamış, 9 ayrı cephede savaşmış, 7 düvele kafa tutmuş, sinirlendiği zaman kimsenin huzuruna çıkmaya cesaret edemediği bu koca insan, ağlıyor…

Hem de bir ağaç için, ağlıyor…

Bir iğde ağacının; katledilmesine, öldürülmesine, ağlıyor…

Şimdi ormanlar yakılıyor. Ne cumhurbaşkanlarının umurunda, ne başbakanların…

Şimdi orman arazileri (sözde turizm adına) talan ediliyor. Ne bakanların umurunda, ne de siyasilerin…

Şimdi ağaçlar kesiliyor… Ne belediye başkanlarının umurunda, ne de insanların…