Hava kurşun gibi ağır. Dışarının soğuk havası ellerimden başlayarak, bedenimde oluşan uyuşuklukla bir son buluyor. Neden, önümden geçip giden insanların gülümsemeleri yıpranmış, eskimiş elbiseler gibi geliyor? Bu önümde duran kalabalık neden yalnızca bir gürültüden ibaret? Neden bu kalabalığın içinde değilmişim gibi hissediyorum? Sonu gelmez bir iç savaşın içinde kendime mi yeniliyorum? İçimin kalabalığından, bazen dışarının sesleri duymamak için sağır olmak istiyorum. İçimdeki çoğul şarkıları, bir türlü şekle sokamadığım hamur gibi evirip çeviriyor, başkalarının beğeneceği, onaylayacağı, mükemmel bir resim yapmak için uğraşıp duruyorum. Okuduğum kitaplarda başkalarının cesaret edemediği şeyleri yapan kadınlara hayran oluyorum. Elimde okuduğum kitaplardaki başkalarının hayatını okuyup hayaller kuruyorum. Hayallerini gerçekleştiren, o hayalin kahramanı olmak, bir deniz kıyısı şehrinde, beklenmedik bir baharın kokusunu duyarken kendimi bulmak istiyorum. Ne kadar saklanabilirim? Ne kadar saklayabilirim kendimi? Akşam karanlığının, yas renginin ortasında, güpe gündüz düşsel bir hüzne gömülü lambaları, ne kadar umutla yakabilirim? Neden düşüncelerim geçmişin o tozlu odaları gibi? Bütün sözcüklerim, sahibini arayan bir kedi gibi kıvranıp duruyor. Yanıtsız sorularımın çığlıkları içimi oyuyor.
Geçen gün, gecenin bir yarısı penceremin önünden sesler duymaya başladım. Hatta kapıyı birisi çalıyormuş gibi hissettim. Hiç umursamamaya çalıştım. Kendimi yorganın içine gömüp, kulaklarımı karanlığa karşı tıkadım. Gözlerimle hiçbir ses duymamak için, beynimin en dip odasına hapsettiğim iç sesimin, kapısını tıklattım. Bir eliyle gözünü ovuşturarak, suratsız bir şekilde kapıyı açtı. Sesindeki hiddetle, bana ”gecenin bir yarısı ne istiyorsun” dedi. Biraz mahcup ve korkulu gözlerle ona baktım ve “biraz sohbet edebilir miyiz” dedim. Gözlerinin boşluğunda boğulmak üzereyken “suskunluğunu seslere bölmek için mi geldin” dedi. Oysa ben gecenin karanlığında, solgun da olsa bir aydınlık arıyordum. Seni beynimin o odasına kilitledikten sonra geceleri hep korkuyorum, korkularıma yenilmemek için kendime yalanlar söylemekten artık yoruldum diyemedim.
Geceleri çığlık çığlığa bağırıyormuşum. Bu sabah kapının önünde karşılaştığım komşum söyledi. ”Her gece çığlık çığlığa bağırıyorsunuz, şu sıralar çok kâbus görüyorsunuz herhalde” dedi. Kimse benim penceremden, içime yansıyan resimleri göremediği için ıstırabımın farkında değildi. Onları da suçlamamak lazım. Bu evrende kim kimin acısından tutmuş ki? Birden Stefan Zweig’in “Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat ”de okuduğum bir paragraf geldi, aklıma, ”Dağdan yokuş yukarıya zorlukla çıkan bir araba, nasıl, çıktığı tepeden inerken, önüne çıkan çukurları hızla aşarsa onun hikâyesi de öyle” diyordu.
Oysa benim hikâyem, dağdan yokuş yukarıya zorlukla çıkan bir araba gibiydi.