Sırtlarında don gömlek üzerine oldukça yıpranmış askeri giysilerinden başka bir şeyleri yoktu. Potinler ise ayaklarını terk etmek üzereydi çoğunun. İçlerinde çarıkları parçalanmış olanlarla, ayaklarında hiçbir şey olmayıp, çalçaputla sarmış olanlar da vardı

Mevsim bahardan yaza dönmüş olsa da buralarda havalar soğuk ve üşütücüydü. Tutsaklara sık sık lahana ve balık çorbası çıkıyor, ekmek verilmiyordu. Ekmek yüzü görmeseler de çay boldu.

Yolları Saratov, Szyran üzerinden günler sonra Kazan kentine vardı. Bu da Volga kıyısında, halkının büyük bölümü Türk ve Müslüman olan güzel bir kentti. Trenin penceresinden kentin ince, uzun minareleri görünüyordu.

Kazan Hanlığı, Altınordulu Uluğ Mehmet Han’ın kurduğu bir Türk Devletiydi. Başkenti Kazan olan bu devlet 119 yıl yaşamıştır. Korkunç İvan adlı bir Rus kumandanı, 43 gün süren bir kuşatmadan sonra, Kazan Hanlığı’na baş eğdirip, Rus egemenliğine almıştır.

Bir Türk ve Müslüman kenti olan Kazan halkının bir bölümü istasyonda toplanmış, Türk tutsaklara yiyecek ve giyecek getirmiş, onlara hem maddi, hem manevi yönden destek verme çabası içindeydiler. Kazak askerleri onların bu yiyecek ve giyecek yardımına engel olmamışlardı.

Kazan Türklerinin bu duyarlılığı, başta Arif Çavuş olmak üzere, tüm tutsakların gözlerini yaşartmıştı.

“Üzülmeyin,” diyorlardı “İnşallah barış olur. Bu kara günler geçer, ülkenize ve ailelerinize kavuşursunuz.”

Kazan kentinden sonra sırayla Sverdovak, Omsk, Novosbirsk, Tomsk, Krosnoyarsk kentlerini geçtiler. Geçtiler diyoruz da, bu kentler arasındaki yolculuklar da günler haftalar sürdü. Belki iki ay sonrasında da İrkutsk’ya ulaştılar. Koca bir mevsimi devirmişlerdi hastalık sonrası yolculuğuyla. Baykal Gölü’nün güney ucu yakınında, Sibirya’nın merkezi sayılan büyük bir kentti İrkutsk. Burası Avrupa Uzakdoğu demiryolunun geçtiği, aynı zamanda bölgenin en büyük askeri merkeziydi.

Günlerin birbirinden hiç farkı yoktu. Aynı tekdüzelikte gündüzler gecelere, geceler gündüzlere ulanıyordu. Yarı aç, yarı toklardı. Yulaf çorbası, arada bir de suda haşlanmış patates ve mısır ekmeği veriyorlardı. Doyası bir yemek verilmiyordu tutsaklara. Sayıları da tifüs ve benzeri hastalıklar; açlık ve üzüntüden tükenip, eriyen bedenlerle, günbegün azalıyorlardı. Her istasyonda üçbeş tutsak askerin cesedi indiriliyordu.

Trenler, istasyonlarda verilen molalarla bir süre soluklanıp dinleniyor; ardından yeniden aynı tek düze tıkırtılarla hareket ederek, onları ülkelerinden biraz daha uzaklaştırıyordu. Yolları çok uzundu. Bitmek tükenmek bilmiyordu. Sibirya’nın soğuk, uçsuz bucaksız stepleri, buz tutmuş tundraları onları bekliyordu.

Arif Çavuş ve arkadaşları kimi zaman, “bu gidişin dönüşü hiç olmayacak” diye umutsuzluğa ve karamsarlığa kapılsalar da, ardından bu olumsuz düşünceyi kafalarından silmeye çalışıyor; “kim bilir; belki günün birinde bir mucize olur, bir fırsat çıkar da ülkemize döneriz” umudunu diri tutmaya çalışıyorlardı.

Yüzyıllar önce bu topraklara atalarının egemen olduğunu düşünmek duygusu Arif Çavuş’a, “Hey gidi dünya hey! Ve nereden nereye?..” sözlerini yineletiyordu. Baykal Gölü’ne yaklaştığını duyumsadıkça, akına çıkmış bir Türk başbuğu gibi güçlü ve heybetli görünmeye çalışıyordu.

Sonunda tren de düdüğünü acı acı çalarak, tünelden tünele girip çıkarak Baykal Gölü’nün kıyısına ulaşmıştı. Arif Çavuş buraları, 15 yaşına kadar yaşadığı İstanbul’un Yalı Kıyıları’na benzetmişti.

Tren, sekiz on yapısı bulunan bu istasyonda kısa süreli eğlendi. Gözetimci erler tavır ve davranışlarında biraz yumuşamışlardı. O nedenle, tutsak askerlerin trenden inip biraz hava almalarına ve hareket etmelerine izin verdiler. Gözetimci erlerden birisi Rusça:

“Sırayla, tek tek!..” uyarısını yaptı

“Zaten tek tek iniyoruz” dedi içinden.

Askerler Baykal Gölü’nün suyuna doğru koşarken, Arif Çavuş da gezinerek; suyun acı mı tatlı mı olduğunu düşünüyordu.

Tam bu sırada gözüne başı kalpaklı bir kişi ilişti. Onun kesin olarak Türk kökenli olduğunu önsezileriyle anlamıştı. “Acaba kendilerinden önce buraya getirilmiş bir Türk tutsağı mı, yoksa buranın yerli halkından birisi mi?” sorusu zihnini kurcalarken, hemen yanına yaklaşıp sordu:

“Beyefendi siz nerelisiniz?”

Adam sevecen bir tavırla Türkçe olarak yanıtladı.

“Ben buralıyım.”

“Türk müsünüz?”

“Evet, ben bir Kırgız Türküyüm.”

Çavuş memleketinden binlerce kilometre uzakta özgün bir Türkçe ile konuşan bir soydaşıyla karşılaşmanın sevinciyle adamın ellerini tuttu.

“Çok mutlu oldum soydaş!..” dedi.

Bu sevincine trenin düdüğü bir kara gölge gibi düştü. Adamla biraz söyleşmek istemiş, ama tren hareket etmek üzere olduğu için buna fırsat vermemişti. Gözetimci erler de sertçe son uyarılarını yapıyorlardı. Adama:

“Hoşça kal!” deyip seğirterek hareket eden trene bindi. Trenin penceresinden kalpaklı Kırgız Türk’üne el salladı. O da ona el sallıyordu. Arif Çavuş bir zamanlar atalarının yurdu olan bu topraklarda, bozulmamış bir Türkçe ile konuşan bu Türk’le karşılaşmanın sevincini yaşarken; diğer yandan da onunla söyleşmesine fırsat verilmemesinin üzüntüsünü yaşadı. O, bu karşıt iki duygunun sarkacında gidip gelirken zaman geçmiş, gün de akşama dönmüştü. Çok geçmeden dünya kara örtüsüne bürünmüş; tren tekerleklerinin tekdüze tıkırtıları gecenin sessizliğinde sesini daha da artırır olmuştu. Arif Çavuş geceyi, bir zamanlar bu topraklarda egemen olmuş olan Göktürkleri, arkadaşlarına anlatarak tüketti.

Güneş doğmak üzereyken yeni bir istasyonda daha durdular. Yine sol yanlarında bulunan Baykal Gölü’nün kıyısındaydılar. Gece sabaha kadar göl kıyısında gitmişlerdi.

Onları yine bir istasyonda indirerek, ölmeyecek kadar bir parça ekmekle, balık çorbası verdiler. Arif Çavuş, her ne değin yeni bir kalpaklı Türk’le karşılaşmanın düşünü kurduysa da, böyle birine rastlayamadı.

Bir saat kadar oyalandıktan sonra, tren oradan da hareket etti. Baykal Gölü gerilerinde kalmıştı. Nedense, Baykal’dan ayrılmak Anadolu’dan ayrılmak kadar hüzün vermişti Arif Çavuş’a. Sanki bütün çocukluğunu, gençliğini burada, Baykal Gölü’nün kıyısında geçirmiş, bu gölde banyo yapmış gibi geliyordu ona. Baykal Gölü, bir takıntıydı onda.

Bu son takıntısı da dönen tren tekerleklerinin tıkırtıları altında eriyip gidiyordu. “Acaba bu yolculuğun sonu nereye varacak?” sorusu hep yanıtsızdı belleğinde. Günler, haftalar uzuyor, yollar tükenmiyordu. Çevrelerinde, tren penceresinden tekleme de olsa arada bir gördükleri o ağaçlar çok gerilerde kalmış; havalar da iyice soğumaya başlamıştı. Çünkü uçsuz bucaksız bir çöl gibi buz ovaları başlamıştı. Kimi zaman yolun iki yanından uzaklarda, ya da ilerde önlerinde yükselen buz dağları boy gösteriyordu.