Bölüklerinde sadece otuz beş asker kalmıştı. Diğer bölük de aynı idi. Dördüncü bölükte ise ne subay, ne çavuş ne de (bir tek erden başka) kimse kalmamıştı. Destek gelmemiş, erimişti asker. O gece bölüğe bolca ateş yakılması söylendi.

Sarıkamış’ı ele geçirme düşü gerçekleşmemişti ne yazık ki. Orası Kafkasların kilit noktasıydı. Rusya’dan, Kafkasları aşıp gelen demiryolu hattı Sarıkamış’ta sonlanıyordu. Dolayısıyla Kars, Ardahan, Batum’un alınması düşleri de tamamen suya düşmüştü.

Bu durum karşısında komutanlar da geri çekilme buyruğu almışlardı. Birinci bölükleri mürettebat alayına verildiği için ondan da bir haber yoktu. Ateşler yaktırıldı ve asker büyük bir üzüntü içinde sessizce geri çekilmeye başladı. İşleri Allah’a kalmıştı.

Arif Çavuş’un bulunduğu 92. Alayın birinci taburunda subaylarla birlikte 75-80 kişi ancak kalmışlardı.

Yarım saattir çamlar içinde ve dondurucu ayazda ve karda yürüyorlardı. Kulaklarına acıklı bir ses geldi. Bu bir askerin feryadıydı.

“Din kardeşlerim beni burada bırakıp da nereye gidiyorsunuz?” diyordu.

Bu sözleri duyan 3. Bölük komutanı Hakkı Bey sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Sık çamlardan sesin sahibi görünmüyordu. Bir iki dakika sonra bir silah sesi duyuldu, ses kesildi. Herhalde o asker ağır yaralı olmalı ki, Hakkı Bey onu vurup sesini kesmişti.

Bu duruma çok üzülmesine karşın, Arif Çavuş, bir açıdan Hakkı Bey’e hak vermişti. Yaralı bir askeri taşımak oldukça zor olabilirdi. Orada bırakılsa, ya sağ sağ kurtlara yem olacak, ya da düşman eline düşüp zorla konuşturulup kendileri hakkında bilgi alınacaktı. Ruslar Türkçe bilmeseler bile, içlerinde bulunan hain Ermenilerin tercümanlığı aracılığıyla geri çekildiklerini anlayıp, onların yaşamlarını tehlikeye sokabilirdi.

O gün kara günlerin başladığı gündü. O gece sabaha kadar, gündüz de akşama kadar karda ayazda yürüyerek yorgun argın, perişan bir biçimde, aç susuz Bardız’a ulaştılar. Düşmanı orada karşılamaya karar vermişlerdi. Bardız’da dinlenip karınlarını doyurduktan sonra, Ruslar’a karşı savunma amaçlı, tam iki gün siper kazmakla uğraştılar. Geriden gelen kuvvetlerden ve alayını ve taburunu yitirmiş olan askerlerden her bölüğü yüzer kişiye çıkarmaya çalıştılar.

Geceleri sabaha kadar düşman saldırısına karşı asker nöbet tutuyor, sabahleyin de erkence savaşa hazır olarak kalkıyorlardı. Henüz düşmandan bir ses seda yoktu.

Üçüncü günün sabahı güneş doğarken büyük bir düşman kuvvetinin toplu olarak geldiğini gördüler. Gelenlerin Rus birlikleri olduğunu erler anlamışlardı, ama subaylar yine de önlemi elden bırakmadılar.

“Yanlış bir iş yapmayalım. Belki bizimkilerdir.” diyerek bölüklerindeki gür sesli Şerif Çavuş’a:

“Sor bakalım, gelenler kimdir.”

Aralarında yedi sekiz yüz metre bir uzaklık vardı.

Şerif Çavuş seslendi:

“Kimsiniz?...”

Yanıt geldi:

“101. Alayız…”

101. Alayın orada olmadığını bildiklerinden, Rusların bu yanıltma amaçlı yanıtına, onlar da yaylım ateşiyle karşılık verdiler. Ortalığı silah sesleri ve barut kokusu kapladı. Pabucun pahalı olduğunu anlayan düşman kuvveti geri dönüp kaçmaya başladı. Arkalarındaki dereye ininceye kadar düşmanı kovalayıp, onlara oldukça ağır kayıp verdirdiler.

Böylece orada üçgün daha kaldılar. Yine düşmandan çıt çıkmıyordu. Beklemek ve belirsizlik onları iyice sıkıntıya sokmuştu. Aç, susuz, yorgun ve perişan durumdaydılar. Yiyecekleri çoktan bitmişti. Sarıkamış’ı ele geçirince bolca yiyecek, giyecek ve askeri mühimmata, yani topa, tüfeğe kavuşacaklar; Kars’ı, Ardahan’ı, Batum’u kurtarıp Rusya’ya yürüyeceklerdi. Enver Paşa’nın ham hayali 3. Ordu’yu bitirmişti.

Arif Çavuş yüzbaşısına:

“Komutanım burada neyi bekleyecek, ne yapacağız?” diye sordu.

O: da:

“Arif Çavuş, biz burada ya şehit olacağız, ya da tutsak düşeceğiz. Bizi burada dümdar (artçı) bıraktılar. Geri çekilmemize buyruk yoktur. Bizim görevimiz, birliklerimizin güvenli bir biçimde geri çekilip, selamete ulaşmaları için düşmanı oyalamaktır. Biz düşmanı ne kadar uzun süre oyalarsak, birliklerimiz de o kadar uzağa çekilip güvende olacaklardır.”

O gece ve gündüzü de orada kalarak savaşsız geçirdiler. Asker sürekli kar ve soğukla cebelleşmakten güçten kuvvetten düşmüş; çoğu hastalanmıştı. Düşman, aldıkları ek güçlerle Bardız Yaylası’ndaki askerlerimizi perişan etmişlerdi.

Sonunda, 9 Ocak 1915 günü gecesi gelen buyruk doğrultusunda, geri çekilmek üzere harekete geçip yola çıktılar. Düşman kuşatması içinde kalmışlardı. Ne yana yürüdülerse önlerine düşman kuvvetleri çıktı. Dört bir yandan sarılmışlardı. Düşmanı yarıp geçme saldırıları da boşa çıkmış, yarıdan fazlası şehit düşmüş birçokları da yaralıydı.

Bardız’da sıkışıp kalmışlardı. Cami içindeki yaralılar ve hastalar iniltiyi çoğaltmışlardı. Onlar da umutsuzluk ve çaresizlik içinde evlere dolmuş, sonlarını bekliyorlardı.

Enver Paşa’nın 3. Ordu komutanlığını Hafız Hakkı Paşa’ya devredip İstanbul’a dönme kararı, savaşın Osmanlı Devleti aleyhine sonuçlandığı anlamına geliyordu.

Enver Paşa, kendisi Erzurum’a gelirken Amcası Halil Paşa’yı da İran üzerinden Rusya’ya saldırı için görevlendirmişti. Kendisi Sarıkamış cephesinde Rusları yenip Kafkaslar üzerinden Rusya’ya saldırırken; amcası Halil Paşa da İran üzerinden Hazar Denizi’nin güneyinden Rusya’ya saldıracak; böylece Turan İmparatorluğu kurma hayalini gerçekleştirecekti. Ama ne yazık ki, evdeki hesap çarşıya uymamıştı.

Enver Paşa, Konya’ya kadar gelmiş olan amcasını yarı yoldan geri çağıracak, Ulukışla’da buluşacaklardı. Ona:

“Yenildik. Her şey mahvoldu.” Diyecekti

İstanbul’a döndükten sonra da yenildiğini gizleyecek; hatta “Ruslara büyük bir darbe vurduğunu, uzun zaman Kafkasya’da kendilerini toparlayamayacağını söyleyecekti. Basına da sıkı bir sansür uygulayacak; yasağa uymayanları tutuklatacak, ağır biçimde cezalandıracaktı. Türk halkı ise, felaketle sonuçlanan bu yenilgiyi yabancı basından öğrenecekti.

* * *