Rolünü ezberlemeye ve/veya ezberletilmeye çalışan/çalışılan bir oyuncu olduğumuzun farkında değilizdir çokluk. Yazı defterinde, hele çocukluğun, tek harf izi olmayan sayfalarında…
Ev, yakın çevre, okul ve kent kendine benzetir bizi. “İnsan yaşadığı yere benzer” diyen Edip Cansever’i bir kez daha saygı, sevgi ve hasretle selamlıyorum.
Bir ses, ışık, renk ve koku girdap misali çeker kendine hayatları… Ceza-ödül sarkacında yaparız ezberimizi.
İlkokulun başlarında ihtimal ikici sınıfta, sabah erken kalkmam için erken yatmamı isteyen anneme naz ederdim.
Ne bileyim annemin bu durumu öğretmenime söyleyeceğini. Bir gün sınıfta öğretmen, “Saatinde yatmayanı gözünden anlarım…” demişti.
O günün gecesi, “Saat dokuz, ben yatacağım…” diyen çocuk bendim. Anne-öğretmen paslaşması rolümü ezberletmişti bana.
Bir eski fotoğraf da lise yıllarından… Meraklısı için parantez… Pertevniyal Lisesi…
Lise birinci sınıfta okulun Halk Müziği Korosu’na katıldım. Amacım darbuka çalmak… Küçük bir çocukken konserve tenekesi çalarak başlayan bir tutkuydu bende vurmalı çalgılar.
Evde devamlı konserve tenekesi çalarak şarkı, türkü söylememden annem öylesine rahatsız olmuş ki babamın işten geldiği bir akşamüstü, “Allah aşkına şuna Eyüp’ten bir dümbelek al… Akşama kadar teneke çalıyor, kafa beyin kalmadı. Dümbelek sesine razıyım…” demişti. Babam ise şaşkın… “Ne dümbeleği?” diye sormuştu.
Ertesi akşam elinde çömlekten Eyüp işi bir dümbelekle geldi babam. Kanatlanmış bir sevinçle dümbeleğime koşmamı annemin sesi frenledi. “Aman üstünü boyayacaksın…”
Babam, “Üzülme oğlum…” demişti, “Bir gün daha sabret… Yarın akşam gelirken küçük bir kutu boya alırım… Dümbeleğin pırıl pırıl olur.”
Gerçek bir çalgım olmuştu.
Amacım darbuka çalmak dedim ya… Gel gör ki bizim sınıfta Dündar diye bir çocuk vardı ve piyasada darbukacılık yapıyordu. Hocamız İhsan Bey, “Sen kaşık çalacaksın…” dedi. İçimde kırılan camları söylememe gerek var mı?
“Ben kaşık çalmayı bilmiyorum…” demem kâr etmedi. “İki tahta kaşık al, ben sana gösteririm…” dedi İhsan Bey. O yıl öyle geçti.
Dündar sınıfta iki yıllık öğrenciydi. Sınıfta kalınca belge aldı ve okulla ilişiği kesildi. Koroda darbuka çalmak da bana kaldı.
Bedri Ayseli benden bir sınıf yukarıdaydı. Hem bağlama çalıyor, hem de yanık sesiyle türkü söylüyordu. Meraklısı bilir daha sonra diş hekimi olmanın yanında iyi bir halk müziği sanatçısı oldu.
Bir gün “Pavyonda iş buldum. Grup olarak çalışacağız…” dedi. Hafta sonları düğün salonlarında bir iki işe gitmiştik.
“Eve sormam lazım…” diyerek öneriyi askıya aldım. İş askıda, ben suskudaydım. Bir türlü söyleyemiyordum ne anneme, ne de babama.
Bir akşamüstü profesyonel müzisyenlik önerisini anneme söyledim. Cevabı bir klasikti… “Ben karışmam, babana söyle…”
Akşam babama söyledim hayli çekinerek. İçimden “Ne kızacak ama şimdi…” diye düşünüyordum. Babam nasıl da şaşırttı beni.
“Tabii yavrum…”, dedi “Pavyonda müzisyenlik yapabilirsin. Ama bir şartım var. Karnede kırık olmayacak, bir de ikmale kalmayacaksın. Sen bilirsin…”
Babam ateşten topu kucağıma bırakıp gitmişti.
Ertesi gün, “Evden çok kızdılar. Siz başka birini bulun…” diyerek kararımı arkadaşlara bildirdim.
Babam çok diplomatik bir hamleyle rolümün ezberini kendi kendime yapmamı sağlamıştı. Ne kadar demokratik bir yöntem değil mi?