Her insanın yaşamında, bu dünyadan göçüp gitmiş de olsa; belleğinin bir yanına çakılıp kalmış, adı geçtiği zaman yüreğini titreten unutamadığı dostları vardır.

Bu tür dostlar unutulmadığı gibi ne zaman anımsansa; duygu seline boğar, anımsayan o insanı.

Böyle bir arkadaşımdı işte Ali Müfit Bayraşa.

Benden üç yaş küçüktü ve kardeşimin sınıfındaydı, ama kardeşimden ziyade benim arkadaşım, benim dostumdu.

Sırdaşımdı, dert ortağımdı.

Adam gibi adamdı.

Vefanın ete kemiğe bürünmüş şekliydi.

O günlerden belliydi, ileriki yaşlarında büyük bir müzik ustası olacağı.

Çünkü müzik, o yıllarda, o yaşlarda iken sarıp sarmalamıştı ruhunu ve bedenini.

Müzikle yatar, müzikle kalkar, müzikle yer içer, müzikle yaşardı.

Müzik onun yaşam biçimiydi.

Yolda yürürken beste yapardı.

… …

Her yıl para biriktirir, sonra ceplerimizdeki parayı birleştirir, birkaç günlüğüne İzmir Fuarına gider, cebimizdeki paraya göre, sefil otellerde yatar ama o günlerin gözde müzik gruplarının tümünü tek tek izlerdik.

Afyon Liseliydik.

Hemen hepsi bir şekilde müziğe bulaşmış, müzisyen kimlikli kişilerden oluşan, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen bir arkadaş grubumuz vardı.

Deyim yerindeyse, koloni yaşamı sürerdik bu arkadaş grubumuzla.

1970 yılıydı.

Ben üniversitede, Müfit lise ikinci sınıftaydı.

O yıllarda Milliyet Gazetesinin düzenlediği Liselerarası Müzik Yarışması, gözde bir yarışmaydı.

Bir İzmir gezimiz sırasında ona Afyon Lisesi olarak bu yarışmada olması gerektiğini söyledim.

Güldü, “Neyle?” dedi.

“Afyon Türküleriyle…” dedim ve ekledim.“Karahisar Kalesiyle, Emirdağı Türküsüyle…”

Günümüzde, Kıraç’ın söylediği bu türkü, o günlerde, Afyon dışında pek bilinmezdi.

Afyon’da olduğum bir gün, elinde gitar eve geldi.

Kıraç’ın bugün söylediği şekliyle “Karahisar Kalesini” söyledi.

Zaten çok ritmik ve olağanüstü güzel bir türkü olan “Karahisar Kalesi Türküsü”, onun gırtlağında ve gitarında bambaşka bir güzellik kazanmıştı.

O gün bu güzel türküyü, Müfit’in düzenlediği şekliyle hem birlikte söyledik, hem ağladık…

O yıl arkadaşlarımız, Liselerarası Müzik Yarışmasına, Afyon Lisesi adıyla, düzenlemelerini Müfit’in yaptığı Karahisar ve Emirdağı ezgileriyle katıldı.

Turne şeklinde birkaç büyük kentimizde sergilendikten sonra, finali İstanbul’da yapılan bu organizasyonun tümüne, Afyon Arkadaş Grubu olarak biz de katıldık.

Afyon Lisesi Orkestrasının söylediği bu ezgiler, turnelerin yapıldığı kentlerin seyircileri tarafından o kadar çok beğenildi ve tutuldu ki; bizden ziyade o kentlerin seyircileri tezahürat yaptılar.

Organizasyonun bitiminde Afyon Lisesi ikinci oldu.

O güne kadar bizim gururumuz olan Ali Müfit Bayraşa, Afyon’un da gururu oldu.

*    *    *

Sonraki yıllarda, yaşam koşulları kopardı bizi birbirimizden.

Ben genç bir bankacı olarak ülkemizin dört bir yanında görev yapmak durumunda kaldım.

Müfit de yurtdışında, Catholic University of America School of Music Okulundan mezun olmuş; Dokuz Eylül Üniversitesi Konservatuar Bölümü sınavını birincilikle kazanarak, öğretim görevlisi olarak bu Üniversitemizde göreve başlamıştı.

Artık bir Hoca idi O.

Liselerarası Müzik Yarışmasında; kendisini, jüri üyesi sıfatıyla değerlendiren müzik insanlarına hocalık yapacak mertebeye erişmişti.(*)

Dokuz Eylül Üniversitesi’nde Anabilim Dalı Başkanı iken yaptığı ve Sanatçı Suavi’nin seslendirdiği “Yalıçapkını” adlı bestesi uzun süre dillerden düşmedi.

Bu dönemde pek çok müzisyen yetiştirdi.

1996 ve 2003 Kuşadası Altın Güvercin Müzik Yarışmalarında, besteleri, birinci oldu.

İstanbul Üniversitesi Opera Bölümü Başkanı iken yaptığı “Kar Yangınları” bestesi, Muazzez Abacı tarafından seslendirildi.

… …

Artık geleneksel hale getirdiğimiz Afyon Lisesi Mezunları toplantılarında görüşüyorduk.

Hâlâ mütevazı, hâlâ can, hâlâ adam gibi adamdı.

Beraber söylediğimiz şarkı ve türkülere, orada bulduğu müzik aletlerini çalarak bize eşlik ederdi.

Gençlik yıllarında; konuşurken de, şarkı söylerken de gözlerinin içi gülerdi.

Hâlâ öyleydi.

2013’ün Kasım ya da Aralık ayıydı.

Telefonla aradı.

Uzun süredir rahatsız olan ortak dostumuz Yavuz Demirci’yi ziyaret etmiş; Yavuz’un perişan durumunu görmüş, ağlayarak, beni İstanbul’a çağırıyordu.

Gidemedim.

Hiç beklemediğim bir anda da önce Yavuz’un; sonra da onun (14 Nisan 2014) ölüm haberlerini aldım.

Kısa aralıklarla adam gibi adam iki dostumu kaybetmiştim.

Şimdi ne zaman aklıma gelseler içim yanar, yüreğim kanar.

En yakın dostlarımın cenazelerinde bulunamadığım, tabutlarını omuzlayamadığım için kahrederim kendime.

Işıklar içinde uyusunlar; boşlukları dolmadı, dolmuyor.

*    *    *

Resim arşivimi düzenlerken buldum ekli fotoğrafı.

Diğerlerinden ayırıp, bir kenara koydum ve gidip gelip elime alıp, gün boyu düşündüm.

Yukarıda yazdıklarım, bir film gibi geçti gözümün önünden…