Küp çökeleğinin içine bir baş soğanı ince ince doğrayıp, yufka ekmeğe dürerek, bağda dalından yeni kopmuş Ahmet bey üzümüyle yemenin tadını özledim.
Bağ bozumunu, Kağnı üzerindeki oluklara örüklemesine (kemer şeklinde) doldurulmuş ak ve kara üzümleri, onu çeken sarı öküzü, kağnının mazısından çıkan dertli gıcırtıyı, öküzlerin boynuna takılan, iğdeli boncuk karışımı nazardan koruyan nazarlığı ve o nazarlıkların altında sallanan çıngırağın sesini özledim.
Haftalarca kaynatılan pekmezleri, bir ay boyunca mahallelerden eksik olmayan o mis gibi kokuyu, çarpılan pekmezlerin, “gak gıbak, gak gıbak” seslerini özledim.
Evlerin bahçesinde yapılan düğünleri özledim. Gelin güveyin hamama götürülüşünü, en önde fener, arkada güveyin kolunda iki arkadaşı, daha arkada ise bir sürü genç, güveye, “maşallah” diye, bağıran davudi sesli komşuları özledim.
Haftanın 6 günü yufka yiyip, pazar günleri çıkan çarşı ekmeğini, sıcak francalalı günleri özledim.
Tel tel’i, hamur böreğini, fırınlı sobayı, onun üzerinde cızırdayan çay demliğini, sobanın arkasında yatan Tekir’i özledim.
Akşam yemeklerini erken yediğimizden, gece geç vakitlerde yenen, kış kıymasını, turşuyu, kara pekmezi, sobada ısıttığımız yufka ekmeği, o gecelerde rahmetlik anamın elleriyle yaptığı her şeyi özledim.
Yarı aydınlık sokaklarda, “Ay Göründü” oynamayı, kapıların tokmaklarını çalıp kaçtığımız günleri özledim.
Her arkadaşın evinden bir malzemesini getirerek birlikte, bağda odun ateşinde pişirdiğimiz güveci, bağdaki üzümle birlikte yemeyi özledim.
Neleri özlemedim ki? Yaz geldi kışı, kış geldi baharı özledim. Canı gönülden, “ölüm sevdamdır” diyen, halk âşıklarını, imanın son mertebesine erenler ile sohbeti özledim.
Geçmişe duyduğum bu büyük özlemle birlikte günümüzdeki zor şartları da şöyle bir düşündüm de üzüldüm.
Saygı ve sevgilerimle.