Okumuyoruz…

Okumuyoruz ama okuyup araştıranlardan daha fazla ahkâm kesiyoruz.

Doğruluğuna inandığımız, doğru sandığımız öyle şeyler var ki; “öyle sandığımız” o şeylerin; “öyle olmadığının dillendirilmesi”, hatta “öyle olmadığının bilimsel olarak kanıtlanması” bile bizi rahatsız ediyor.. İstiyoruz ki kimse bizi aymasın; yanlış da olsa; biz öyle sanmaya devam edelim.

Yalan yanlış bilgilerle göçüp gidelim bu dünyadan…

Okumuyoruz…

Okumuyoruz ama istiyoruz ki; “okuyanlar, araştırıp/soruşturanlar; yalan da olsa bizi hoşnut edecek şeyler söylesinler.”

İstiyoruz ki, okuyup/araştırıp gerçekleri görüp, öğrenenler de; “bizler gibi gerçekleri görmesinler.”

İstiyoruz ki; bizim “doğru sandığımız yanlışları”, yüzümüze vurmasınlar.

İstiyoruz ki; “doğru olduğunu sandığımız yanlışlarımızla” bizi baş başa bıraksınlar.

İstiyoruz ki; “bizim doğru olduğunu sandığımız kulaktan dolma bilgilerimizi çürütecek bir şeyler yazmasınlar.”

İstiyoruz ki gerçekleri görüp, öğrenseler bile görmezden, bilmezden gelsinler.

… …

Ancak her şey bu denli basit değil. Yok böyle bir yaşam.

Gerçekleri, doğruları, balçıkla sıvamak mümkün değil.

Sıvansa bile günü saati geldiğinde dökülüyor o sıvalar.

Hiçbir yanlış, hiçbir hata gizlenip, saklanamıyor.

Hani, “Harf devrimi yapıldı, bir gecede cahilleştirildik; mezar taşlarımızı okuyamaz hale getirildik…” diyenler var ya onun için kaleme aldım bu yazıyı.

Hayatında iki kitap okumamış zibidi; “Vay efendim mezar taşlarını okuyamıyoruz “ diyor.

Sen önce iki tane kitap oku da, dünyadan haberin olsun…

* * *

Bugün size (Birilerinin yine balçık yöntemini kullanıp canımı sıkacağını bile bile) Osmanlı’nın son günlerini anlatacağım.

“Osmanlının torunuyum” diyen herkes, bunları bilmek zorundadır…

13 Milyon civarındaydı Osmanlı nüfusu…

Bu nüfusun 11 milyonu köylerde yaşıyordu.

Osmanlının 40 bin köyünün tamamına yakınında okul yoktu.

Traktör henüz, Osmanlı hudutlarından içeri girmemişti ve tüm tarlalar karasabanla sürülüyordu.

Beş bin köyde sığır vebası vardı. Hayvanlar kadar insanlar da kırılıyordu vebadan ve de diğer hastalıklardan…

İki milyon kişi sıtma, bir milyon kişi frengiydi.

Verem, tifüs, tifo salgını had safhadaydı.

Üç milyon kişi trahomluydu

Bebek ölüm oranı binde 480’di; doğan her iki bebekten biri ölüyordu.

Topu topu 337 doktor, sekizi Türk 60 eczacı, 4 hemşire, 40 bin köyde yarısından fazlası diplomasız ve sertifikasız 136 ebe vardı.

Ortalama ömür 40 yaş civarıydı.

Yanmış bina sayısı 115 bin, hasarlı bina sayısı 12 bindi. Ülkeyi yeniden inşa etmek gerekiyordu ama kiremit bile ithaldi.

Limanlar, madenler, demiryolları yabancılara aitti. Toplam sermayenin sadece yüzde 15’i Türk’tü.

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e miras kalan; Hereke İpek, Feshane Yün, Bakırköy Bez, Beykoz Deri olmak üzere sadece dört fabrika vardı,

Elektrik sadece İstanbul, İzmir ve Tarsus’ta vardı.

Otomobil sayısı bin 490’dı.

Sadece dört şehirde, özel otomobil vardı.

Ve…

Ve Osmanlı kadını…

Osmanlı Kadını insandan sayılmıyordu.

Veremle boğuşan halk, ahırda yatarken; malum kesimin yere göğe sığdıramadığı Abdülmecid’in 22 eşi vardı. Yaş itibariyle, tamamı çocuk yaştaydı.

Yine malum kesimin dedemiz dediği Abdülhamid’in de 16 tane eşi vardı..

Ahali ineğine verecek saman bulamazken, bizim muhterem padişahlarımız, bir elleri yağda bir elleri balda; saraylarında iki futbol takımı sayısında kadınla yatıyordu.

Tiyatro yoktu..

Müzik yoktu…

Resim, heykel, spor yoktu.

Arkeolojik eserler, öyle gizli saklı değil; alenen, açıkça, bir bir yurt dışına çıkarılıyor, hatta padişahlar, bunların çoğunu, babalarının malı gibi armağan ediyordu..

Osmanlı sınırları içinde kimi alaturka saat, kimi güneş saati; kimi hicri takvim, kimi rumi takvim kullanıyordu.

Herkes aynı zaman dilimindeydi ama farklı(!) aylarda yaşıyordu; Birilerinin şubat ayı bir başkasının aralık ayına denk geliyordu çünkü…

Dirhem vardı, okka, çeki vardı.

Arşın vardı.

Kulaç, fersah vardı.

Ne ağırlığımız ayak uydurabiliyordu dünyaya, ne uzunluğumuz… Ölçülerimiz (bile) ortaçağ’dı.

Erkeklerin sadece yüzde yedisi, kadınların sadece ve sadece binde dördü okuma yazma biliyordu.

Okur-yazar erkeklerin çoğunluğu, subaylar veya gayrimüslimlerdi. Okul yaşı gelen her dört çocuktan üçü okula gitmiyordu.

Toplam, 4894 ilkokul, 72 ortaokul, 23 lise vardı.

Öğretmenlerin üçte birinin, öğretmenlik eğitimi yoktu.

Tek üniversite vardı, (medreseden, az biraz hallice) Darülfünun…

Ülke bilimden, fenden çoook uzaktı.

600 sene boyunca Türkçenin ırzına geçilmiş; Arapça, Farsça, Fransızca, İtalyanca kelimelerden ve Levanten terimlerden oluşan “uydukça dile” Osmanlıca denilmişti.

… …

İbrahim Müteferrika’dan itibaren 150 sene boyunca basılan kitap sayısı kaçtı biliyor musunuz?

417…

Zaten bu kitapların çoğu da gayrimüslimlerin matbaasından çıkmıştı. Ki zaten, Müteferrika da devşirmeydi, Macar’dı.

Bu coğrafyaya kitap gelene kadar, Avrupa’da 2.5 milyon farklı kitap basılmış, bunun tamamı da satılmıştı.

Voltaire, bir kitabında;“İstanbul’da bir yılda yazılanlar, Paris’te bir günde yazılanlardan çok daha azdır!” saptamasını yapmıştır.

… …

Osmanlı elbette "büyüktü"…

Büyüktü büyük olmasına da; her konuda ve her alanda Araplaşan Osmanlı, Abdülmecit’le birlikte "Avrupa'nın hasta ve bitmiş adamı" durumuna düşürülmüştü!..

Abdülhamid (1876 – 1909) zamanında, ülkenin 3'te biri" kaybedilmiş; Vahdettin'le de(1918 - 1922) "İstanbul dahil her tarafı istila edilmiş"; ülkenin kurtarılması Mustafa Kemal ve arkadaşlarına kalmıştı.

Onlar kurtardılar bu ülkeyi, onlar kurdular bu ülkeyi ve onlar kurdular bu Cumhuriyeti.

Babalarının kim olduğunu bilmelerini sağlayan bu insanlara; “şükran” diyeceklerine, “düşman” diyen nankörler var bu ülkede.

Yazıklar olsun…

Yazarın Notu. Bu yazının bir bölümü alıntıdır.