Okumuyor, araştırmıyor, düşünmüyor, uslamlamıyor; kulaktan dolma bilgilerle yetiniyoruz.

Ya da gazetelerin kıyasında köşesinde haber(!) diye verilen “maksatlı haberleri” okuyunca, o konuda bilgi sahibi olduğumuzu sanıp; donanımlı kişilerle aşık atmaya kalkıyoruz.

Zaman zaman elmeğimde (elektronik posta kutusu) böyle iletiler görüyor; üzerinde düşünmeye bile değer bulmuyor, siliyorum.

Ancak bu yapıda olan kişilerin ortak bir başka yönü daha var. Israrcı ve yüzsüz oluyorlar. Aslı astarı olmayan kıytırık bilgileriyle, elmeğimi doldurmaya devam ediyorlar.

Aslı astarı olmayan bu kıytırık bilgilerin başında; “Osmanlı Devletini, Atatürk’ün yıktığı ve yine Ulu Önder’imizin din karşıtı olduğu” safsataları geliyor.

Bu safsataları bilinçli olarak servis edenler ve bu zihniyetin kullandığı bu kişiler; bilinçli ya da bilinçsiz olarak yaydıkları Atatürk düşmanlığıyla; Atatürk’le birlikte bu vatanı kuran tüm değerlerimizi aşağılıyor; demokrasimize ve kamu kurumlarımıza densizce saldırıyorlar.

* * *

Şunu bilelim ve kabul edelim.

Bir aile devleti olan Osmanlı İmparatorluğu, kendi ipini kendi çekmiş, kendi kendini bitirip yok etmiştir.

Dinci çevrelerin dolduruşuyla Memlüklülerin elinden Abbasi halifeliğini almak için yoktan Mercidabık ve Ridaniye savaşlarını yaratan Yavuz Sultan Selim, bu savaşları kazanarak halifelik makamını üstlenmiştir.

Tarih 1517.

Ancak bu makam, Osmanlıya hiçbir şey kazandırmadığı gibi Osmanlının düşüşe geçmesinin miladı olmuştur.

Yani?

Yani gerçekte iki farklı Osmanlı vardı.

İlki, Halifeliğe kadar olan Osmanlı, diğeri Halifelikten sonra Araplaşan Osmanlı İmparatorluğu…

… …

“Araplaşan Osmanlı” dedik, bu konuyu da açalım.

Arap dünyası, halifeliğin kendilerinden alınmasına şiddetle karşı çıkar ve Türk halifeye biat etmek istemezler.

İşte bu sorunu çözmek, Arapları, Türk halifeye bağlamak için Arapların da kabul edeceği bir orta yol bulunur.

Bu yol Mısır’dan ve Arap diyarlarında seçilecek iki bin civarında ulemanın, Mollanın, Ebu Suud Efendilerin İstanbul’a davet edilerek, para, mal, mülk, arazi de verilerek kalıcı olarak yerleşmeleri sağlanır...

İmparatorluğu Araplaştırmak, diğer bir değişle “Türk İslam’ı” terk edilerek; “Arap İslam’ına” evrilmesi, konusunda anlaşırlar.

Bu projeyi Araplar da destekleyince proje hayata geçer ve maalesef bundan sonra artık imparatorlukta “bugün de kısmen olduğu gibi”

Türk kelimesi yasaklanır, “Türk’üm!” “Türkmen’im!” diyen Kızılbaş diye aşağılanır, dışlanır, kafası kesilir.

(Bu dönem sadece Kuyucu Murat Paşanın “Türk’üm ya da Türkmen’im” dedikleri için kafasını kestirip, kuyulara doldurduğu insan sayısı 158 bindir.)

Maalesef Osmanlının son 350 yılı ilk 250 yılın aksine Türklere zulümle geçer.

Günümüz Arap mezhepçiliğinin ve tarikatçılığının temelleri o günlerde atılmaya başlanır..

1603 yılına gelindiğinde artık Ehli Beyt Türk Tekkeleri yasaklanıp kapatılır, yerine Halid-i Nakşi Kürt-i Tekkeleri kurulur.

Yine bu dönem Kürtlere sayısız imtiyazlar verilir,

1839 birinci Tanzimat Fermanına kadar Kürtler askerlikten bile muaf tutulurlar (Kürtlere Şah İsmail diyeti ödenir…)

Yine bu dönem Türkler, saraydan, ordudan ve müesses nizamdan tasfiye edilir…

Türklerin askeri ve siyasi gücünü kırmak için bu Arap mollaların fetvalarıyla, serdengeçti birlikleri sadece Türklerden oluşturulur ve kırdırılma amacıyla en ön safta savaştırılır, ganimet toplamalarına bile izin verilmez.…

Ganimeti de saraylardaki Arap mollalar ile işbirliği yapan yeniçeriler kendi aralarında paylaşırlar…

Ordudan, saraydan ve müesses nizamdan yavaş yavaş tasfiye edilen, kafası kesilen, sürgün edilen Türklerin bir kısmı bu mollalara kızar ve canını kurtarmak için de Kürtleşmeyi ana stratejik hedef olarak seçerler.

Bu aşiretler ve boyların en büyükleri Avşarlar, Halaçlar, Mukriler, Bayatlar, Beğdililer, Evyalar, Yıvalardır…

Tarihimizde bunlara “Ekrad Türkmanlar” denir…

Yine Kelkit’ten Hakkâri’ye kadar olan bölgede yaşayan Akkoyunluların büyük bir kısmı da İran’a gider.

Böylece yüzyıllarca başımızı ağrıtacak Kürt sorunu ve Alevilik bu politikalar sonucu gelişir ve büyür.

Osmanlı öyle bir açmaza düşmüştür ki, ne halifelikten vazgeçebilir ne de imparatorluğun kan kaybetmesini durdurabilir; çünkü imparatorluğu kuran asli unsur Türkmenler dışlanmış, mezhepçiliğe kurban edilmiştir…

Mollalar, başta matbaa olmak üzere bir sürü saçma sapan fetva verirler…

Ve sonuçta Osmanlı’ya Rönesans’ı da ıskalatırlar.

Bu molla hazretleri(!) her defasında yeni bir fetva ile Osmanlının matbaaya kavuşmasını engellerler; ta ki Batı, Rönesans’ı ve aydınlanmayı yakaladıktan, yani tam 240 yıl sonra 1727’de İbrahim Müteferrika’nın çabaları ile Osmanlı matbaaya kavuşur, ama bilgiye sahip olmak için artık çok geçtir…

Bu aşamada irdelenmesi gereken konu şudur.

1299’dan 1683 Viyana Bozgunu’na kadar savaştığı tüm savaşları kazanan başta ‘’Türk imparatorluğu Osmanlı” varken; neden son 250 yılda girdiği tüm savaşları kaybedip, bir de kurtuluş savaşı yapmak zorunda kalmıştır?!…

(Osmanlı, son 250 sene; yani 1683 Viyana Bozgunu’ndan, 1922’de Sakarya Savaşını kazanana kadar tüm savaşları kaybetmiştir.)

Şimdi şu soruyu soralım kendimize…

Halifelik uğruna, Türk düşmanı, Arap tipi mezhepçi politikalara dönülmeseydi koca bir imparatorluk batar mıydı?

Ve bir başka soru…

Mevlanaların, Yunus Emrelerin, Hacı Bektaşilerin, Seyit Gazilerin, Ahmet Yesevilerin… İslam’ı, İslam değil miydi?

Ya da Osmanlıyı kuran Şeyh Edebalilerin İslam’ı, Akşemseddinlerin İslam’ı İslam değil miydi de Ebu Suudlara teslim edip, batırdık koca İmparatorluğu…

… …

Yazarken kalemimin ucu bile titriyor ama; şunu da dillendirmek zorundayım.

Bugün de hâlâ aynı sürecin devam ettirilmesi tarihten, hiç ders almadığımızı gösteriyor..

Ve…

Ve anlayana son söz… Ahmet Yesevi der ki: “Din bir seçimdir, ama Türklük kaderdir!”