… Osmanlı’nın yıkılış acısını, en çok asker çekmişti…

Çünkü katliamı, perişanlığı, kaybettiğimiz topraklara gömülen yüz binlerce Anadolu çocuğunu onlar gördü,  onlar yaşadı bizzat…

Yürekleri yana yana çaresizlik içinde seyrettiler olanı biteni.

Gördüğü manzara karşısında beylik tabancasını çekip, kendi beynini dağıtan komutanlar oldu.

Bir yandan açlığı, sefaleti, geri çekilmeyi; bir yandan da ihaneti, arkadan hançerlenmeleri yaşadılar.

 

Bu subaylardan birisi de Mustafa Kemal’di. Suriye cephesinden çekilişimizin acılarını, etinde, kemiğinde hissetmişti.

 

Bu yüzdendir ki; Cumhuriyet’in kurucu felsefesinde;  ‘Ortadoğu’ya bulaşmamak’ gibi bir düşünce, temel kurala dönüştürülmüştü.

 

Yeni kurulan bu ülke, (Osmanlı’nın son 200 yıldır uğraştığı gibi) yüzünü Batı’ya çevirecek, Batı’nın bir parçası olacak ve Ortadoğu’nun kanlı bataklığından uzak duracaktı.

 

Bu nedenle Atatürk, Dışişleri Bakanlığı’na ya da müsteşarlığına atanan her kişiyi, köşke davet eder;  deneyimlerini aktarır, bu kuralı anımsatır, konun önemini ısrarla, ısrarla, ısrarla vurgulardı…

 

“Aman… aman  Ortadoğu’ya bulaşmayın….”

… …

Gerçekten de bulaşmadık ve Batı’ya doğru yelken açarak Ortadoğu’dan giderek uzaklaştık.

 

Cumhuriyet kuşakları, Ortadoğu’yu bilmeden, tanımadan yetiştiler.

 

Çünkü orası, çocukların oynamasına yasak edilen; kör kuyularla, yılanlarla, akreplerle, çıyanlarla… dolu tehlikeli bir arka bahçe gibiydi.

 

… …

Sonra gün geldi; “Ortadoğu’ya dönüşü şiddetle arzulayan” bir iktidarla tanıştı Türkiye.

 

Bu iktidar, yıkılış, yenilgi ve Ortadoğu’dan geri çekiliş döneminin acılarını, çöllerde akıtılan kanı bilmiyor, bilmezden geliyor; yüzyıllar öncesinin Osmanlı saltanatını yeniden kurma rüyaları görüyordu.

 

Pek çok konuda olduğu gibi Ortadoğu konusunda da bu mantıkla; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ters yüz edildi.

Son yıllarda dozu giderek artan ego patlamalarıyla, kendimizi Ortadoğu’nun ve İslam âleminin lideri ilan ediverdik.

                                                      *    *

 

İşte dünkü patlamalarda can veren onlarca yurttaşımız, bu rüyanın, Enver Paşa misali kurulan boş hayallerin bedelini, canlarıyla ödediler.

Hiçbir günahları olmadığı halde, aynen Sarıkamış’ta, Suriye cephesinde can veren yüz binlerce çocuğumuz gibi ölüp gittiler.

 

Düşürülen uçağımız, yaşanan Cilvegözü katliamı, ülkeye doldurulan 400.000 Suriyeli ve son olarak Amerikan Ordusunu, kara harekâtına teşvik eden açıklamalar…

Oysa Amerikan halkı, Ortadoğu’ya tek bir asker bile gönderilmesine karşı.

Kimse kimseyi kandırmasın ya da uçuk hayaller kurmasın; böyle bir harekât olmayacak. Rusya ve Çin’in vetoları nedeniyle, Birleşmiş Milletler de bir şey yapmayacak.

 

Yani?

 

Yani kendi başımıza kaldık.

Türkiye çok kanlı bir oyunun ortasına düştü/düşürüldü.

Bakalım bundan sonra ne olacak?...

 

*  *  *

 

 

Yukarıdaki satırlar, büyük usta Zülfü Livaneli’ye ait.

Aynı konuyu, benzeri düşüncelerle, defalarca ben de kaleme aldım, almaya da devam ediyorum.

Her yazımın ardından, aynı çevrenin ürünü beyinlerden; “…O dedikleriniz dünde kaldı… O günler için bile doğruluğu tartışılır bu düşüncelerle, felaket tellallığı yapmayın…” gibi, tepkiler aldım.

Bu tepkileri dillendiren ve yönlendiren çıkar odaklarının kimler olduğunu,  ağızlarına çalınan ne tür ballar karşılığı bunları yaptıklarını bildiğim için, gülüp geçiyorum bu tepkilere…

Israrla, ısrarla, ısrarla söylüyorum, söylemeye de devam edeceğim; Ortadoğu, lanetli bir bataklıktır. Bu ülkeyi Ortadoğu Bataklığına sürükleyenleri tarih affetmeyecektir.