Havada sanki kurşun gibi ağır bir sessizlik vardı.
Uzaktan gördüğüm karartı, çocukluğumda gördüğüm gölge sessizliğini hatırlatan resimlere benziyordu. Hayatın kendisinden yapılmış kalın bir perdenin gerisinden sanki kendimi ve onun cansız bedenini seyrediyor gibiydim. Telefonun ucundaki annemin, içindeki zamanın donmuş resimlerinde, onun bir eylül sabahı öldüğünü söylüyordu. O öldü dediği babam birden ayağa kalkmaya çalışarak, bana seslenmişti. Belki de henüz ölmemişti, başkaları tarafından o dere kenarında bulunduğunda numara yapmıştı. Zamana karşı paramparça olan kıyafetlerinin içinde yaşamış ve birisi onu bulana kadar zamanı durdurmuştu.
Beklemenin bu kadar uzun bir eylem olduğunu bu dere kenarında boylu boyunca, kıpırdamadan yatarken keşfetmişti. Umutsuz bir şekilde gözlerini gökyüzüne dikerek umutla onu bulmalarını beklemişti. O kadar uzun beklemişti ki zihnindeki zaman acının en koyusunda taş kesilmişti. Bazen gözlerindeki ışığı sönmeye yüz tuttuğunda bir ateşi korlar gibi korlamıştı.
Gözlerinin gördüğü resimlerin, yüzünde küflenen bakışların çığlıklarını kuşların kanatlarına asmıştı ama kimseler o çığlıkları görememiş duyamamıştı. Gökyüzünün lambalarına bakıp bakıp içinin üşüyen sesini örtmeye çalışarak, derin kuyuya atılan Yusuf gibi acı çekiyor ve o derinlikten onu kurtarmalarını bekliyordu. Yara aldığı göğsünün üzerinde zaman geçtikçe küçük küçük misafirler gelmeye başlamıştı ve onlara gidin artık diyemeyecek kadar yalnızdı. Gözlerindeki renkler her geçen gün perde perde solmaya başlamıştı. Donup kalmış bir zamanda, kendi sınırlarından dışarılara çıkamıyordu. İçinin bazı odalarının mağara gibi kararmaya başladığını hissediyordu.
Kendi hikâyemi kalın perdenin ardından izlerken, birden kendimi başka bir hikâyenin içinde nefes almaya çalışarak bulmuştum. Hikâyenin bana ait yerlerinde ise taze ama eskimiş kelimelerle susuyordum. Hikâyeler arasında dallanıp budaklanmıştım ve o yüzün gerçekten kim olduğunu içimden doğurmaya ve kanlı canlı bir insan şekline sokmaya çalışıyordum.
Sanki zamanın akrebi hikâyelerimi ısırıp zehrini çevremdeki her şeye akıtıyordu. Sırf bu yüzden bütün hikâyelerin sonuna gri bir virgül yerine siyah bir nokta koyuyordum.
Onun karanlığına inmek ve uzun uzun dertleşmek, bunu sana kimler yaptı demek istiyordum. Eminim ki yüzlerce sayfayı dolduracak öyle çok şey anlatırdın ki yüreğim onları dinleyebilecek kadar cesaretli olmayabilirdi.
Kendi hikâyemin nereye gittiğinden habersiz olan ben, sanki bana bakıyordu. Ama o anda baktığı ben değildim, babasının ölmüş bedeni başında ağlayan küçük bir kız çocuğu oluvermiştim.
Bunu sana kim yaptı sorusuna bir türlü cevap vermiyordu ve cevaplamadığı diğer sorular gibi havanın tavanında uçuşup duruyordu.
Bu suskunluğu, ağaç dallarında duran kuşların sessizliği gibi tıpkı okunmayı bekleyen kalın bir kitabı andırıyordu. Ama kimseler o kalın kitabı okumamış ve onun dere kenarında ölmesini beklemişti.
Kelimelerin içindeki renkleri görmek, yıldızların işitilmeyen gürültülerini duymak ve en önemlisi babamın sessiz çırpınışlarına dokunmak istiyordum.
"Hayat neydi" sorusu havada uçuşan bir kelebek gibi uçup gidiyordu. Birden babam, uçup giden kelebekleri kanayan avuçlarıyla tutup "ölüm neye benzer Elif " dedi.
Sahi ölüm neye benzerdi?
Sanki pençesinden kavradığım hayali acılarla birlikte uzak bir zamanın uzak bir köşesinden birden bir ses duyuverdim. “Göğsünün üstünden yaralamışlar ve o dere kenarına atıp ölümün onu gelip almasını beklesin istemişler” diyordu. Duyduğum bu sese bir kimlik dahi bulamıyordum.
Evrenin kapitalist düşüncelerine karşı çıktığı için, onu, düşüncelerini gri bir kurşunla bitirmek istemişlerdi. Düşündüklerimizi gri bir kurşun yok edebilir miydi?
Babamı o zamandan çekip alamıyordum. Onu buldukları o dere kenarında, bana “kızım iyiyim ben, ölmedim ki” demesini bekliyordum.
Sizin hiç babanız öldü mü?
Ben daha dört yaşındaydım ve bir eylül sabahı babamı kapıdan uğurlarken, beni öptü yere ellerimi dokundurduğumda canımın acımasına engel olamıyorum. Bir daha canım acımasın diye o kapı aralığından kimseyi öpemedim.