ÖĞRETMENLİK ÜZERİNE (2)

 

Geçtiğimiz günlerde 24 Kasım Öğretmenler Günü kutlandı. Yazılı ve görsel medyada öğretmeni övücü konuşmalar ve  büyüklerimizden yine övgü dolu sözler dinledik. Kırk yılı aşkın bir süredir bu kutsal mesleğin hemen her kademesinde hizmet etmiş, bugün de öğretmen yetiştiren bir fakültenin yöneticisi olarak hep kendime şu soruyu sormuşumdur: Acaba bu mesleğin aldığı övgülerde bir abartı var mıdır? Diğer meslekler daha mı az kutsaldır?

 

Yine cevabını kendim vereyim. Uzun gecelerde inleyen hastanın başında bekleyen, ona şifa dağıtan doktor kardeşimizin mesleği kutsal değil midir? Ben kendi çocuğumun, hasta annemin, babamın veya bir yakınımın tükrüğünden, kusmuğundan iğrenirken onların elini, yüzünü, ağzını, burnunu silen, temizleyen genç hemşire kızımızın yaptığı iş daha mı az kutsaldır. Birkaç örnekle devam edelim. Hepimiz sıcak yatağında yatarken canları pahasına bu ülkeyi koruyan Mehmetçiğin, toplumda asayişi sağlamak için canını ateşe atan polis kardeşlerimizin meslekleri kutsal değil midir? Kuşkusuz insana, topluma hizmet eden tüm meslekler kutsaldır. Saygıya değerdir. Birbiriyle kıyaslamak da abestir. Ancak, diğer meslek mensubu kardeşlerimize neden öğretmenlik daha kutsaldır? Bir cümle ile izah edeyim: “Öğretmen bu saydıklarımız ve sayamadığımız tüm insanları yetiştiren, onların mayasında, hamurunda payı olan insandır” Onun için öğretmenlik mesleği mesleklerin en kutsalıdır. Diyoruz. Kanaatimce, bu da asla abartı sayılmamalıdır.

 

Hepsinde öte, beğenirsiniz beğenmezsiniz bu toplum öğretmenin eseridir. İyiyse de kötüyse de övgüsü veya suçu öğretmene aittir. Bu itibarla ben bir öğretmenler günü konuşmamda öğrencilerime toplumda gördüğümüz çarpıklıklardan, yakınmalardan biz öğretmenler sorumluyuz. Herkesin yakınma hakkı var. Ama biz öğretmenlerin yakınma lüksümüz yok dediğimde bana tepki gösterdiler. Çocuğu yetiştiren annenin babanın hiç mi suçu yok dediler. Ama unutmayalım ki, o anne babaları yetiştiren de bizleriz.

 

80 küsur yıllık Cumhuriyet günahlarıyla sevaplarıyla bizim eserimiz. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Milli Eğitimimizin anayasası sayılan Milli Eğitim Temel Kanunu her an elimizin altında. Bu temel Yasa bizden neler istiyor? Sorgulayalım bakalım. Milli Eğitim Temel Kanunu’nun Milli Eğitimin Amaçlarını düzenleyen 2’inci Maddesi ne diyor:

 

“Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk Milletinin milli, ahlaki, insani, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan, insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek (…)”

 

Bu amacı kelime kelime analiz edelim. Sonuçta çıkan ürüne bakalım. İşte o zaman neleri yapıp yapamadığımız ortaya çıkacaktır. İşte bir kaçı: Her adımda Atatürk inkılâp ve ilkelerine saldıran, onları yok etmek için elinden geleni yapan, laikliği dinsizlik kabul eden ve saldıran insanlar ülkesi olduk. Öğretmenimizin bizzat kendisi bu değerlere yürekten inanmıyor. Niye böyle olduk? Neden bu duruma düştük? Doğrusu ben iyimser olamıyorum.

 

Nedir insanların bu değerlerle savaşı. Cumhuriyetin kuruluş felsefesinde bir hata mı vardır? Asla yoktur. Dünyadaki totaliter rejimler yıkıldıkça bu değerler daha da yücelmiştir. Cumhuriyeti kuran başta Mustafa Kemal olmak üzere, bunda emeği geçen tüm insanlara dünyadaki bunca gelişmeden sonra daha büyük minnet duymamak mümkün mü?

 

Atatürk Türkiye’de Cumhuriyeti ilan ederken, çağdaşı olan bir çok lider ülkelerini en az 60-70 yıl karanlığa boğacak, insanlarına zulmedecek kızıl veya kara diktatörlükleri ilan ettiler. Yine o liderler “egemenlik kayıtsız şartsız bizimdir” derken O büyük İnsan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazdı meclisin tepesine.

 

Efendim bunlar ne idi ki? Demokrasi nerede, hak hukuk neredeydi ki diyen demokrasi ve Cumhuriyet düşmanları türedi. Giderek laikliği din düşmanlığı ilan edip, inananlara zalim zulüm edebiyatları yapmaya başladılar. Hani daha önce bir yazımda da vurgulamıştım. Bunlar insaftan yoksun, hele tarih bilincinden tamamen yoksunlar. Sadece bu insanlara şunu söylemek istiyorum. Şayet Atatürk olmasaydı, Milli Mücadele olmasaydı dinimizin ne olduğunu bilemediğimiz gibi, adlarımız da Mehmedoviç veya Ahmedof  olurdu. Ankara’nın göbeğindeki Kocatepe’de ezan sesleri değil çan sesleri duyulurdu.

 

Benim bu söylediklerimi, değerli bir Emniyet Amirimiz Mutlu Çelik “Cevaben” isimli şiirinin iki kıtasında bakın ne güzel özetlemiş:

 

Esir iken mümkün müdür ibadet 
Yatıp kalkıp Atatürk’e dua et 
Senin gibi dürzülerin yüzünden 
Dininden de soğuyacak bu millet. 

İşgaldeki hali sakın unutma 
Atatürk’e dil uzatma şerefsiz 
Sen anandan yine çıkardın amma 
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz.

 

Daha çağdaş, daha özgürlükçü bir demokrasi isterken bu değerlere ve insanlara saldırmak niye? Bu yüce insanların kemiklerini daha fazla sızlatmayalım.

 

Cumhuriyet’in saygıdeğer öğretmenleri. Geliniz bu değerlere sahip çıkalım. Bunca yıllık kazanımlarımızın kaybedilmesine izin vermeyelim. Bir öğretmenler günü yıldönümünde, öğretmen yetiştiren bir öğretmen olarak benim sizden isteğim bunlardır. Zaten O büyük insan da Cumhuriyeti ve Cumhuriyet nesillerini bize emanet etmedi mi? Bu kutsal emanete sahip çıkalım.