Bayburt'un, Aşağıloru köyünde açtı gözlerini dünyaya.

Her köylü çocuğu gibi yoksul doğdu, yoksul büyüdü.

Ama o bunu kabullenemiyordu.

İlkokulu köyünde bitirmiş, gerisini getirememişti. Daha doğru bir deyimle getirtmemişlerdi.

Kahırlıydı o nedenle.

Yoksulluk, acizlik, yetersizlik onun kaderi olamazdı, olmamalıydı.

Büyükbaş hayvan ve hububat alıp satarak ticarete başladı.

Bayburt yetersiz gelmeye başlayınca, aldı ailesini ve işini, Erzincan'a taşıdı.

Dişi, tırnağı ve aklı; tek malzemesi, tek sermayesiydi.

Ayakta duracak, ayaklarını sağlam basacak zemini Erzincan'da buldu.

Daha bir kendine güveni gelmiş, daha bir ufku açılmıştı.

Alıp sattığı arsaların birinin üzerinde otel inşaatına başladı. O inşaat, yeni mesleği oldu. Bir süre bu mesleği icra etti.

Hâlâ sığamıyordu kabına, kendini tatmin etmeyen bir şeyler vardı.

Anadolu'nun bu kıraç toprakları, dar ve yetersiz geliyordu ona.

1980'li yılların başında, hayallerini süsleyen İzmir'e taşındı.

Burada yaptığı arsa alım satım ticareti, onu müteahhitliğe bulaştırdı.

Azmi, hırsı, beyni, dişi ve tırnağı yine en büyük malzemesi oldu.

Peşpeşe inşaatlara başladı.

Artık kendinini, kendine; sonra da çevresine kanıtlamış, belli bir moral gücüne erişmişti.

İyi bir aile reisliğinin, iyi bir babalığın yanında, iyi bir iş adamıydı artık.

Yılmadan, bıkmadan, usanmadan çalışmaya devam etti.

Çalıştı, çalıştı, çalıştı...

Ve...

Ve her fani gibi ölüm, onu da buldu.

10 Mart 2017 tarihinde hayata gözlerini yumdu.

Her yaptığı iş gibi ölüm de yakıştı ona.

Kimsenin yardımına muhtaç olmadan, kimseye eziyet etmeden, yüzüne tatlı bir tebessüm yerleştirerek; aile fertlerine "sizlerden ayrılmak zor ama ben ölüyorum..." diyerek, sessizce göçtü gitti bu dünyadan.

*    *    *

Bizim ülkemizde, insanların değeri, ölümlerinden sonra anlaşılır ya da ölümlerinden sonra değerleri dillendirilir.

Rahmetli'nin çevresine yaptığı katkılar, yaptığı gizli yardımlar, sırtlanıp, taşıdığı insanlar, okuttuğu öğrenciler de ölümüyle birlikte tek tek ortaya çıkmaya ve dillenmeye başladı.

Önce cenaze namazını kıldıran Hoca, Rahmetliyle ilgili bilinmeyenleri anlatarak duygulandırdı cemaati.

Daha sonra da taziye için gelenlerin birbirlerine anlattıkları, şaşırttı insanları.

Sonuçta, "Meğer bu gök kubbede, ne hoş sedalar bırakmış bu  Saltabaş" dedi insanlar.

*     *     *

1930'lu yılların Doğu Anadolu'sunun kıraç topraklarının ve sert ikliminin yoğurup, kendisine benzettiği, ender tebessüm edip, ender gülen, ciddiyeti hiç bir zaman elden bırakmayan bu güzel insanı, hiç kimseyle senli benli olmadı.

Ailesine de, çocuklarına da, torunlarına da sevgisini hiç belli etmedi.

Hep içine kapanık, hep sert görünümlü, hep mesafeliydi.

Çok konuşmaz, çevresiyle sıcak ilişkiler kurmazdı.

Ama o içine kapanık görüntüsünün ardında, fıldır fıldır etrafı tarayan, soran, sorgulayan gizli antenleri vardı.

Kim muhtaç, kim ihtiyaç sahibi, arar bulur, onlara gizli gizli yardım ederdi.

... ...

Son yıllarda görmekte ve işitmekte zorlanır olmuştu.

Hiç bırakmadı hayatı, hiç salıvermedi kendini.

Yeterli olmayan gözlüğüne, büyüteç takviyeleri yaparak günlük gazeteleri okumaya; güçlendirilmiş kulaklık cihazlarının yardımıyla, gelişmeleri izlemeye devam etti.

İyi bir yurtsever, iyi bir dindar, iyi bir Atatürkçüydü.

Mekanı cennet olsun, ışıklar içinde uyusun;

Bu güzel adam, eşimin babası, benim de kayınbabamdı.

Yıllardır bu sayfalarda köşe yazıları yazıyorum; özel konularımı hiç yansıtmadım bu sayfalara.

Ama istedim ki, artık özelim olmaktan çıkan bu güzel ve özel insanı, herkes tanısın...

Nevzat Saltabaş