Doğudaki küçük illerimizin birinden İstanbul’a taşınan aile, geldikleri yerde alıştıkları gibi komşularıyla samimi, içli dışlı bir yaşam sürmenin hayalindedir. Bu nedenle de, eşyalarını taşırken komşu pencerelerdedir gözleri. Birileri gelip eşyanın bir kulpundan tutar diye beklerler saatlerce, ama kimse gelmez. Üstelik taşınalı iki ay olduğu halde hiçbir komşusu bir “hoş geldin” demediği gibi, merdivenlerde karşılaştıklarında da selam bile vermezler. Bu duruma oldukça içerleyen ve morali bozulan aile, geldikleri yere dönmeye karar verir. Eşyalar yüklenmeye başlandığında da, kimsenin yardıma gelmemesine içerleyen aile reisi, balkona çıkarak biriktirdiği kini boşaltır, tüm gücüyle İstanbullulara:

-“Gidiyorum işte ey İstanbullular! Gelmezseniz gelmeyin! Sormazsanız sormayın. Gidiyorum işte, siz de Hüso’suz kalın, koca İstanbul da! Yalvarsanız da dönmem artık!”

Hamburglu Wolfgang Dircks, on sekiz katlı apartmanın bir dairesinde yalnız yaşayan 43 yaşında bir Alman vatandaşı idi. 1993 yılının son günü akşam evinde TV izlerken öldüğünde, kimsenin bundan haberi olmadı. Ertesi gün de kimse fark etmedi Wolfgang'ın öldüğünü. Hatta ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl da... "Niçin fark etsinler?" de diyebilirsiniz; Wolfgang'ın borçlarını, otomatik ödeme talimatlı banka hesabı gün geçirmeden ödüyordu. Nihayet beş sene sonra banka hesabı suyunu çekince Wolfgang'ı arayan birisi çıktı. Ev sahibi kirayı almak için gelmiş, ancak zile cevap veren olmamıştı. Kapıyı zorla açıp içeri girdiğinde, Wolfgang'ın televizyon karşısında oturmuş iskeletiyle karşılaştı. Televizyon çoktan iflâs etmişti. Odadaki Noel ağacının rengârenk lâmbaları hâlâ yanıp sönmeye devam ediyordu.

Her iki olay da, AB standartlarına göre pek de yadırganmaz. Zira batı uygarlığının değerler sistemi içinde varlık veya yokluğunuzun fark edilmesi, tümüyle maddî ilişkilerinize ve tüketim çarkı içinde kaç paralık yer işgal ettiğinize bağlıdır. Eğer itibar gören bir diri ve arkasından ağlanacak bir ölü olmak istiyorsanız, birilerine ya da bir yerlere borçlu iken ölmeniz gerekir. Böyle bir takanak yoksa fark edilmeniz için de hiçbir neden yoktur.

İşin kötüsü şimdiye dek bizi yöneten tüm iktidarların ana hedefinin bizi AB standartlarına uygun hale getirmek için çabalaması. Gerçi bir tarafta İslâm dünyasının yönetenlerce yoksul bırakılmışlığına bakıldığında, batı uygarlığını benimsemenin İslâm dünyası için de hayırlı olacağı hayaline kapılmak çok zor değil. Ancak bunu gerçekleştirirken lâmbalar yerine batı değerlerinin esas alınması gerekir.

Bir de rahibe Teresa'nın Hindistan’la ilgili şu anısına bakın. Sekiz çocuğuyla günlerdir aç durumdaki bir anneyi haber aldığında, Teresa, ona bir miktar pirinç götürür... Anne, pirinci alır almaz ortadan kaybolur ve bir süre sonra döner. Rahibe Teresa ona nereye gittiğini sorduğunda da şu cevabı verir:

-"Pirincin yarısını komşuma götürdüm. Onlar da günlerdir bizim gibi aç."

İşin bir başka ilginç yönü ise, anne ile çocukların günlerdir sürüp giden açlıklarına rağmen, içinde bulundukları durumdur. Rahibe Teresa "Yüzlerinde açlık acısı vardı, ama mutsuzluk veya üzüntü ifadesi görmedim." diyor. (Meraklısına not: Pirinci paylaşan aç ailelerden biri Hindu, diğeri ise Müslüman'dır.)

Bize gelince, gerçek uygarlığın ne olduğunu ya da olmadığını anladığımızda sanırım çok geç kalmış olacağız. En iyisi, bankada paramızın olmaması; en azından öldüğümüz çabuk anlaşılır.

Üstelik bizim Noel’imiz de yok, iskeletimize arkadaşlık edecek yanıp sönen ışıklarımız da…

DÜŞÜNEN SÖZLER:

•İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi, ulaştığı her şeyin nankörüdür. Neruda

•Yalnızlık, zannetmeyin ki kimsesiz olmaktır; asıl yalnızlık, kimsen varken kimsesiz kalmaktır. İhsan Turhan

•Paylaşacak arkadaşlarınız yoksa bir şeylere sahip olmanın da zevki yoktur. NEİTZSCHE

•Hem Tanrı’ya, hem paraya kulluk edemezsiniz. İncil

•Özgür olmadıkları halde, özgür olduklarını sananlar kadar hiç kimse tutsak değildir. Goethe

•Hizmetkârlar, her zaman koşulmuş hayvanlar olarak kalırlar, altın koşumlarıyla ışıl ışıl parıldasalar bile. Nietzsche