Büyükler içilen çayın keyfiyle sohbete geç vakte kadar devam
etse de (saat 10.00 – 10.30 kadar) biz misafirliğe gittiğimiz evlerde uyur
kalırdık. O tarihlerde insanlar erken yatar, erken kalkardı. Büyükler, “aş
sabahın iş sabahın” derdi. Yine, “erken kalkan yol alır erken evlenen döl alır”
derlerdi.
Hemen her iş bedenen yapıldığından aslında işlerin peşinden
yetişmek için birazda mecburiyet vardı. Kadınların ekseriyeti sabah namazına
kalkar bir daha da yatmazlardı. Sabah çorbası çorap yamama, etrafı silme, elle
süpürme işi, ve 15 günde bir bahçeye çıkartılıp silkelenerek tozları alınan
kilimler.
ÇAMAŞIR YIKAMA: İnsanlar bağ bahçe işlerini çok
yaptıklarından çok kirlenirdi dolayısıyla çamaşırları da kirlenirdi. Kışın o
soğuk havalarda bile çamaşırlar evlerin dışındaki taş teknelerde yıkanırdı.
(Taş tekne: Taşın içi oyularak yapılmış ve 2 kuvvetli erkeğin bile zor
kaldırdığı, bazen iki gözlü olanları da olan çamaşır yıkama yerleri)
Dışarıda çamaşır yıkanacağı zaman her seferinde dışarıda bir
ocak kurulur veya uygun bir yere daha önce yapılmış hiç bozulmayan bir ocak ve
onun üstünde de Banma olurdu. (Banma: Büyük kazan) Odun yakılarak ısıtılan bu
ocakların üzerindeki Banmalardaki suyla evin birikmiş çamaşırları yıkanırdı.
Bu günün çeşit çeşit deterjanlarının yerini o gün küllü
sular alıyordu. Evlerde odun yakılırdı. Bu yanan odunların külü Tar’da (küllü
su küpü) elde edilirdi. Sobalar ve ya ocaklardan çıkan küller büyük bir su
küpüne doldurulur ve su üzerine dökülerek karıştırılırdı. Buradan su alınacağı
vakitse külün dibe oturması ve suyun durulması için 1–2 gün dokunulmaz
Saplı’yla (Bakırdan yapılmış sapı olan 1 litreden fazla su olan tas) su
bulandırmadan dikkatlice alınırdı.
Bazı evlerde yeteri kadar ocak, soba yakılmadığından ve ya
her gün yemek pişirilmediğinden yeteri kadar kül bulunmaz ve fırınlardan
parayla kül alınırdı. O günlerde fakirlik insanların canına tak ederdi. Hele ki
ikinci dünya savaşı yıllarında aç olan pek çok insan vardı.
Yokluk deyince o günlerde defter kalem parasını zor bulan
çocuklar vardı. Devlette okullara yeteri kadar odun kömür parası veremediğinden
durumu iyi olan çocuklar sabah giderken okula birer tane odun götürürler ve
sınıflar öyle ısıtılırdı. Analarımız yavrusu, yavrular üşümesin diye kısıtlı
olduğu halde evdeki odunlardan seve seve hem de o odunun en iyisini verirlerdi.
Çamaşır yıkama işi evin gelini veya kızının görevi idi.
Yıkanan çamaşırlar bahçeye gerilen sicimlere veya tellere asılırdı. “Falancanın
gelini de gelin çıktı, sakız gibi çamaşır yıkamış” diye, beyaz çamaşır
yıkayanlar övülürdü.
Zemheri de olsa (Ocak ayında) çamaşır yıkamak mecburiyeti
olurdu. Bu aylarda çamaşır yıkayanların elbiselerinin önündeki önlüklerin önü 1
parmak kalınlığında buz tutardı. Kışları dondurucu soğuklar Ağustos’ta da ise
yakıcı sıcaklar vururdu kadınlarımızı.
Sabah erkenden başlayan çamaşır yıkama işi hava kararıncaya
kadar sürerdi. Bitiremeyip çok az bir şey kalırsa gaz lambası ışığında yıkamaya
devam edilirdi. Aşerli su (küllü suyun adı) kadınların ellerin buruş buruş eder
parmaklarının ucunu delerdi. Ellerine sürmek için krem bile bulamaz, tuzsuz yağ
sürülür. Yatarken de ellerine tülbent bağlayıp yatarlardı.
Her şeye rağmen ne güzeldi o günler. Yediğinin tadı,
içtiğinin lezzeti vardı. Yatağa girip yavrusunu göğsüne bastırınca her şey
unutulur en azından renkli rüyalar görülürdü. O rüyaları gören gençler şimdi 70
yaşındalar ve o günleri anıp, nerdeee o günler, diyorlar.
DENE (BUĞDAY) YIKAMA: Güz mevsiminin başlamasıyla birlikte
havalar iyice soğumadan buğdaylar yıkanmaya başlanırdı. Yıkanan buğdaylar bir
yere serilerek kurutulur, kurutmaya
bırakılan buğdayları kuşlar yemesin diye elinde bir çıngırakla evin ihtiyar kadınları
beklerdi. Güneşte kuruyan dene değirmene
gönderilir veya kendileri götürür un yaptırırlardı. Kış bastırınca da bu
yapılan unlarla evde yufka ekmek yapılarak yenirdi.
HAMAM: Tezek yapma buğday yıkama bağ kaynatma, çamaşır
yıkama, turşu vurma, pelverde yapımı ve daha nice yorucu işlerden sonra yazın
yorucu işlerinin sonuna gelinir en son olarak ta artık hamama gitmeye sıra
gelirdi.
O zamanlar evlerde şimdiki gibi banyolar yoktu onun yerine
Hamam Dolapları (Gusül hane) vardı. Bu dolaplar odanın bir kenarında
ekseriyetle 1.1.5 metre karelik alanlarda olurdu ve bir kişi ancak sığardı.
Burada yıkanan insanlar birbirlerinin sırtını dolabın dışından keseleyip
liflerdi. Kış gelip havalarda iyice soğuduğunda iyi bir yıkanma olmazdı.
Kadının meşakkati burada da devam ederdi vazifesi pek çoktu.
Çocuklar yıkanır her birinin başına 5–6 defa sabun sürerek ve adeta derisini
soyarcasına keselerlerdi. Çünkü hamama bir daha ancak 1 ay sonra gidilirdi.
Evlerdeki dolaplardaki yıkanmalar pek ciddiye alınmazdı.
Hamamlarda da çocuk başına 25, kadın başına da 50 kuruş verilirdi. Boru mu,
kolay mı bu parayı üst üste koyup ta vermek? Natura bahşişte işin cabası.
Kadın hamamları öyle kalabalık olurdu ki kurnanın önünde 5–6
kadın, önlerinde de çocukları taş taş üstünde su beklerlerdi. Bazı kadınlar
daha sabahın köründe hamama gider ve akşam karanlığına kadarda hamamdan
çıkmazlardı. Natırlar (kadın tellaklar) “anam akşam oldu, kocanız eve geldi
çıkın çıkın artık” diye bağırırlardı.
Tabii hamamda bu kadar durunca acıkılır, hamamın göbek
taşında turşu ve çeşit çeşit, içinde değişik yiyecekler olan yufka ekmek
dürümleri iştahla yenirdi.
Bu arada gelinlik kızlar diri tenlerini, güzel vücutlarını
verdikleri frikiklerle oğlan analarına sergiler oğlan anları da kızlara yarışa
çıkmış güzeller gözüyle bakarlardı. İyi tanımazlarsa kimin kızı olduğunu
öğrenirlerdi. Bu işte usta seçiciler kız anasıyla hemen laf kaynaştırmaya
başlar o arada evlerini, kim olduklarını, babasının zanaatını bile
öğrenirlerdi.
Eve gelince de oğullarına falancanın kızının yüzü gözü
güzelde hamamlığı daha da güzel diye methiyeler düzerlerdi.
ÇOCUKLUĞUMUZ: Bu
günkü lise ile kumpet arasında ev yoktu oralar tarla idi. Şimdiki kapalı spor
salonunun yerleri de tarlaydı. Kapalı salonun yapımı devam ediyordu. Oraya evden
testiden su doldurup götürürdük. Her
birimizin evlerimizden getirdiği kıyma yağ ve sebzelerle yaptığımız türlüler ve
herkesin en az 2 pide yediği günler.
Yine ufak ufak yapılmış Tükürüklü Köfteleri (elle çekilen
köfte) el arabasında mangalda pişirip satanlar vardı. Köfte ekmek 50 kuruştu. O
zamanki somunlar 700–750 gramdı, belki de daha fazlaydı. Saatlerce top
koştururduk. O kocaman ekmekleri 10 dakikaya kalmaz yer bitirirdik. Sanki
sandviç gibi görünürlerdi bizim gözümüze.
O tatlı lezzetleri şimdi ara da ara da bul! O günlerden bu
günlere. Şimdi 50–60 sene gerilere giderken NEREDEEE O GÜNLERRR demekten ben de
kendimi alamıyorum.